Resulüllah'ın üstünlüğüne tahammülsüzlük örnekleri
Îman ve ibâdet bakımından Allah’ın kulları kademe kademedir.
İnsanların inananı var inanmayanı var.
İnanmadığı halde inanmış görüneni var, inandığı halde bazı sebeplerle imanını gizleyeni var.
İnananlar içinde ibâdet edeni var, etmeyeni var.
İbâdet edenler içinde ihlaslı (samimi) olanı var, riyâkârı, gösteriş için yapanı var.
İbâdet ehli içinde aşağı derecede olanı var, yüksek derecede olanı yani gerçek mânâda Allah dostu olanı, veli/evliyâ olanı var.
Veliler içinde sıradan evliyâ olanlar var, sayıları çok az da olsa mürşid-i kâmil olup insanları irşadla vazifelendirilmiş, varlıklarıyla Müslümanların bahtiyar olduğu nâdir kullar var…
Bu sınırı geçtikten sonra da çalışmakla kazanılamayan peygamberlik makamı var ki, o tamamen Allah vergisi ve Allah’ın seçimiyledir.
Bir kimse ne kadar ibâdet ederse etsin ve derecesi ne kadar yüksek olursa olsun, kendi çalışmasıyla mürşid olamayacağı gibi peygamber de olamaz. Mürşidlik de peygamberlik de Allah’ın seçmesi ve tayiniyledir.
Nitekim, Tâhâ sûresi 13. âyette, Hazreti Allah Mûsâ Aleyhisselam’a, “Ben (peygamberliğe) seni seçtim” buyuruyor. Bu husustaki başka bir âyet de A’raf sûresinin 144. âyetidir.
Yani peygamberlik Allah’ın seçimi ve tayiniyledir. Nitekim Peygamberimiz’in bir ismi de “Mustafa” dır ki “seçilmiş” demektir.
Diğer insanlar gibi peygamberler arasında da farklılıklar ve dereceler vardır. Nitekim Rabbimiz, Bakara sûresi 253. ve İsrâ sûresi 55. âyetlerde “Peygamberlerin bazısını bazısından üstün kıldığını” haber veriyor.
Peygamberler içinde (Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Peygamberimiz gibi) yeni bir şeriat getirenler de var, kendisinden önce gelen veya kendisiyle aynı zamanda yaşayan bir peygamberin şeriatını tebliğ edenler de var. (Hazreti İsmail ve Hazreti Lut gibi)
ULÜ’L-AZM PEYGAMBERLER…
Yine peygamberler içinde ulü’l azm peygamberler var ki, onların dereceleri diğer peygamberlerden üstündür. –Meşhur görüşe göre- bu peygamberlerin sayısı 5 olup şunlardır:
Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Muhammed Mustafa aleyhimüsselam.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) ulü’l azm peygamberler içinde Makam-ı Mahmudun sahibidir. Makam-ı Mahmud makamların en üstünüdür.
Peygamberimiz, (s.a.v.) hem âlemlere rahmet hem de bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmiştir. Nitekim, onun üstünlüğü ve farklılığı hakkında Enbiyâ sûresi 107. âyette “Habibim! Biz seni âlemlere ancak bir rahmet olarak gönderdik,” Sebe sûresi 28. âyette “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı (bir peygamber) olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler,” İnşirah sûresi 4. âyette de “Senin şanını yükselttik” buyuruluyor.
Onun Kur’an-ı Kerim tarafından bildirilen bu üstünlüğünü bil(e)meyen ve kabul edemeyenlerden olmaktan Allah’a sığınırız…
Peygamberlerin, diğer insanlardan farklı ve Allah’ın seçkin kulları olduğunu hepimiz biliyoruz. Bahsettiğimiz âyetlerden, Peygamberimiz’in hem âlemlere rahmet, hem de –diğer peygamberler gibi belli bir topluluğa değil- bütün insanlığa peygamber olarak gönderildiğini ve onun şanının bizzat Allah tarafından yüceltildiğini, dolayısıyla diğer peygamberlerden farklı bir mevkiye, en üstün makam olan Makam-ı Mahmud’a sahip olduğunu biliyoruz.
Peygamberimiz’in üstünlüklerine, aynen âyetlerde bildirildiği şekilde inanmak îmanın hem şartı hem gereğidir.
Peygamberimiz nesil olarak da seçkin bir sülâleden geliyordu. Bu seçkinlik, Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED kitabının 96. sahifesinde de Beyhakî, Taberânî ve Ebû Nuaym’dan İbn-i Ömer’in rivayetiyle nakledilmektedir. İslamoğlu’nun kitabına aldığı bu nakil doğrudur. Bu nakle göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
“Allah varlığı yarattığında yaratıklar arasında Âdemoğlunu seçti. Âdemoğulları arasından Arab’ı seçti, Arab’dan Mudar’ı seçti, Mudar’dan Kureyş’i seçti, Kureyş’den Haşimoğullarını seçti, beni de Haşimoğulları arasından seçti; o halde ben hayırlı başlangıçtan çıkan hayırlı sonucum.” (Eş-Şifâ, 1/83; Hasâis-ı Kübrâ 1/38)
ÜÇ MUHAMMED kitabında nakledilen bu hadis-i şerifte bildirildiği gibi, sevgili Peygamberimiz şerefli bir sülâleye mensuptu. Biz Müslümanlar bunu böyle bilir böyle inanırız. Çünkü bu husus bizzat Peygamberimiz’in hadis-i şerifiyle bildiriliyor. Hadis-i şerifte bildirilen bir şeye itiraz ise doğrudan doğruya Peygamberimiz’e itiraz olur.
BUNA RAĞMEN HADİS-İ ŞERİFE İTİRAZ…
Aaa o da ne! Yukarıdaki hadis-i şerifi kitabına alan İslamoğlu, meğer bu hadis-i şerifi Peygamberimiz’in üstün bir sülâleye mensup olduğunu anlatmak için değil, buna itiraz için almış.
Bakın ne diyor:
“Hazreti Peygamber’in…. engin tevazuuyla taban tabana zıt olan bu haber, onun ırkçılığı ve kabileciliği çağrıştıran her kokudan nefret eden anlayışına da aykırı değil mi?” (Sa: 96)
Allah Allah! Adamcağız, Peygamberimiz’in bu sözünü tevazuuyla taban tabana zıt ve kibirlilik olarak görüyör.
Artık bu kadarı da olmaz yani. Çünkü, Peygamberimiz’in, ırkçılık ve kabileciliği çağrıştırıcı şekilde konuştuğunu söylemek, haddini aşmaktan da öte bir şey artık.
Bu zat açıktan açığa, Peygamberimiz’in yukarıdaki sözündeki ifadeyi tevazuuya zıt, kibre uygun görerek, bir çırpıda itirazı basıyor ve doğrudan doğruya hadis-i şerife vurmaya çalışıyor.
Peygamberimiz (s.a.v.) eğer şerefli bir sülâleden gelmişse –ki elbette öyledir- bunu ashabına söylemesinden daha normal ne olabilir.
Ama nasıl oluyorsa, Peygamberimiz’in şerefli bir sülâleden geldiğini bildirmesi İslamoğlu’na göre ırkçılık oluyor. Bu ırkçılık suçunu işleyen(!) de tabii ki Peygamberimiz...
Böyle bir değerlendirmeye giden bir kimsenin, hadisleri reddeden Yaşar Nuri Öztürk’den bir farkı, bir eksiği kalır mı?
HAZRETİ ÂDEM VE HAZRETİ İBRAHİM MİSALİ…
Hepimizin bildiği gibi, Hazreti Allah Âdem Aleyhisselam’ı diğer varlıklardan üstün kıldı ve nurdan yarattığı meleklerin ona secde etmelerini emretti.
Var mı buna bir itiraz? Yok…
Meselâ Âdem Aleyhisselam, bu gerçeği anlatmak için “Allah meleklerin bana secde etmelerini emretti” deyince –hâşâ- tevazuya zıt mı hareket etmiş olacaktır?
Herkes gibi Peygamberimiz (s.a.v.) de Âdem Aleyhisselam’ın neslinden geliyor. Ama Kabil’in değil Hâbil’in neslinden, yani şerefli taraftan…
Aynı zamanda da Halilullah/Allah dostu olan Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail neslinden…
Kendisinin böyle şerefli bir soydan geldiğini söylemenin, tevazuuya ters bir tarafı mı var ki Peygamberimiz’in sözü “kabileciliği çağrıştıran bir söz” olarak ele alınsın?
Peygamberimiz’in Habîbullah/Allah’ın sevgilisi olduğu gibi, İbrahim Aleyhisselam da Halilullah’tır, Allah dostudur. Meselâ İbrahim Aleyhisselam, “Allah başka kimseyi değil, kendisine beni halil/dost edindi” demekle –hâşâ kibirlenmiş ve tevazuuya zıt mı hareket etmiş olacaktır?
Peygamberimiz’in, soy-sop bakımından Âdemoğullarının en üstünlerinin devamı olarak, İbrahim ve İsmail Aleyhimesselamın şerefli neslinden devam eden Hâşimoğullarından gelmiş olması, târihî bir gerçek değil mi?
Bir müsülüman, bu tarihî gerçeğin Resûlüllah tarafından dile getirilmesini nasıl olur da kabilecilik olarak değerlendirir?
Bir Müslüman, bu gerçeği bildiren hadis-i şerifi reddetmek pahasına nasıl böyle bir suçlamaya gidebilir?
Ancak Hıristiyan müsteşriklere/oryantalistlere yakışan bu itiraz, asla bir müslümana yakışmaz.
Nakledilen hadis-i şerifte Resûlüllah Efendimiz’in, “Var mı benim gibi şerefli bir kabileye mensup olanınız!” diyerek -hâşâ- övündüğü, böbürlendiği, kibirlendiği mi rivayet ediliyor ki, bu hadis-i şerif kabilecilik olarak anlaşılsın?
Bir Müslüman nasıl böyle bir değerlendirmeye gidebilir?
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) hadis-i şeriflerinde, “Mahşer günü ilk dirilecek olanın kendisi olacağını ve âhirette şefaat-ı uzmânın / büyük şefaatın kendisine verileceğini” de haber veriyor. “Cennete girecek olanların mahşerde 120 saf olup bunun 80 safının ümmet-i Muhammed olacağını” da haber veriyor.
Şimdi bunları da mı tevazuuya zıt kabul edeceğiz? Bunları –hâşâ- böbürlenme, övünme, kibirlenme mi kabul edeceğiz?
İslamoğlu’nun, bunlara ne diyeceği ve bunları da tevazuuya zıt görüp görmediği cidden meraka değer…
Bu hususta ne diyeceğini bilmiyorsak da Peygamberimiz’le ilgili bazı meselelere itiraz ettiğini kendi kitabındaki yukarıdaki satırlarından ve aşağıda okuyacağınız satırlarından biliyoruz.
ŞUNLARA DA İTİRAZ EDİYOR…
Bay İslamoğlu’nun kitabında itiraz ettiği, Peygamberimiz hakkındaki bazı gerçekler şunlar:
“Resûlüllah güreşte bir numaraydı. Koşuda bir numaraydı.”
“Dil ve dilin diyalektlerini (lehçe) bilmede bir numaraydı.”
“Gözleri herkesten ayrı olarak gece de gündüz gibi görüyordu.”
“Bir yere oturduğu zaman omuzları herkesin omuzlarından yukarı olurdu.”
“Resûlüllah ne aşırı uzun boylu ne de kısa boyluydu. O orta boylu olmasına rağmen iki uzun boylunun arasında yürüdüğü zaman onlardan uzun görünürdü.”
“Gölgesi yere düşmezdi.”
Tefsirci(!) İslamoğlu’nun içi işte bunları bir türlü almıyor. Oysa bunların hepsi, sevgili Peygamberimiz’i dünya gözüyle gören ashabı kiramın anlattıklarıdır.
Ashab-ı kiram, Resûlüllah Efendimiz’in peygamberliğiyle ilgili her hususu bize naklettiği gibi, maddî vücudundaki üstünlükleri de nakletmiştir. Onlar Peygamberimiz’in bu vasıflarını anlatmamış olsalardı, sonradan gelen bizler, “Acaba Resûlüllah efendimiz nasıldı?” diye merak etmeyecek miydik?
Müslümanca yaşamadığı için Müslümanların hallerini anlayamayanlar şunu iyi bilmeliler ki, İslam toplumu her şeyi Resûlüllah’ın sadece maddî / fizîkî vücudunda aramış değillerdir. Aksine onun getirdiği mesajı gayet iyi anlamış, o mesajı hayata dönüştüren iman, ahlâk, kavrayış ve derin düşünme yeteneğine daima sahip olmuşlardır. Bunun şahidi 14 asırlık İslam tarihidir.
Her şey güneş gibi açık ve ortada iken, Mustafa İslamoğlu hâlâ şöyle diyebiliyor:
“Hz. Peygamber’in “özellik” ve “yüceliğini”, onun getirdiği mesaj ve o mesajı hayata dönüştüren iman, ahlâk, kavrayış, derin düşünme yeteneği ve onları pratize etmedeki muhteşem yaklaşımıyla açıklamak dururken, onun fiziğinde aramaya başlaması elbette bir anlama problemidir.” (Sa: 98)
ACABA PROBLEM KİMDE?..
Değerli okuyucular! Ortada bir anlama problemi var ama acaba kimde?
Resûlüllah Efendimiz’in bu harikulâde vasıflarını kitaplarına alarak bizleri bu konularda bilgilendiren eski âlimlerimizde mi, yoksa onları tenkit eden yazar olaçıkagelmiş olan bugünkü yazarcıklarda mı?
Bay İslamoğlu haddini o kadar aşıyor ki, “Üstünlüğün Peygamberimiz’in maddî fiziğinde arandığını” söyleyerek Kadı İyaz ve İmam Süyûtî gibi dev âlimleri bile tenkide yeltenebiliyor.
Bilmiyor ki,
“Peygamberimiz’in gözlerinin gece de gündüz gibi görmesi,
Bir yere oturduğu zaman omuzlarının herkesin omuzlarından yukarı olması,
Aşırı uzun boylu da kısa boylu da olmayıp orta boylu olmasına rağmen iki uzun boylunun arasında yürüdüğü zaman onlardan uzun görünmesi,
Ve gölgesinin yere düşmemesi” gibi haberler, onun maddî vücudunda aranan üstünlükler değil, her biri birer mûcizedir. Gel gör ki, tenkitçi Bay Yazar mûcize diye bir şeye inanmıyor ki bu mûcizeleri kabul edebilsin…
Bazen hızını alamayıp üslubunu sertleştirdiğinde ise tamamen irtibatsız şeyler döktürüyor.
Meselâ Ahzab sûresi 21. âyet-i kerimenin meâlini vermiş:
“Sizin için Allah Elçisi’nde güzel örneklik vardır.” ( Sa: 40)
Ondan sonra şu minval üzere verip veriştiriyor:
“(Hz. Peygamberin) Teri, cinselliği, idrarı, boyu, gücü hakkında nakledilen bu rivayetlerin, bu âyetin gösterdiği örneklikle ne alâkası vardır?”
Bay İslamoğlu ne söylediğinin farkında mı acaba? Biraz mantıklı olsa ya! Kendisine soruyoruz:
1- İftira etmiyorsanız söyler misiniz, bu hususlarda Peygamberimiz’i kim örnek almış?
2- Örnek alınmak istense bile, zaten bu saydıklarınızın örnek alınması mümkün müdür?
Meselâ bir kimse Peygamberimiz’in mis gibi kokan terini nasıl örnek alacaktır? Kendi terini Peygamberimiz’in teri gibi mis gibi kokutabilir mi?
Peygamberimiz’i cinsellikte örnek alacağım diye kim aşırı bir cinselliğe sahip olabilir?
Peygamberimiz, uzun boylu kimselerin yanında onlardan uzun göründüğüne göre, kim onu bu hususta örnek alarak onun gibi uzun görünebilir?
Bunlar zaten mümkün olmayan şeyler. Onun için hiçbir kimse Peygamberimiz’i bu hususlarda zaten örnek almaya kalkışmaz, almamıştır da. Kalkışması için insanın deli olması lâzım.
Lütfen biraz mantıklı olun da Peygamberimiz’i bu hususlarda örnek alıyorlar diye Müslümanları suçlamayın. Gülünç oluyorsunuz, gülünç.
Bay İslamoğlu diyor ki, “Onun (Peygamberimiz’in) getirdiği mesaj ve o mesajı hayata dönüştüren iman, ahlâk, kavrayış, derin düşünme yeteneği ve onları pratize etmedeki muhteşem yaklaşımıyla açıklamak dururken, üstünlüğü onun fiziğinde aramak bir anlama problemidir.”
Okuyan da zannedecek ki, Peygamberimiz’le ilgili bu bilgileri veren âlimler, O’nun îman ve ahlâkla ilgili vasıflarını bir tarafa bırakıp sadece maddî vücuduyla ilgili meseleleri anlatmışlar.
Yok öyle bir şey değerli okuyucu…
O değerli âlimler, bize Hazreti Resûlüllah’ı tek bir yönüyle değil maddî-mânevî her yönüyle anlatageldiler. Anlattıkları içindir ki bu din bu günlere kadar gelebildi.
Allah korusun, bu din ya bir de o âlimleri tenkit eden bu makûle gibilerin ellerinde kalıverseydi…
* * *
Her peygamberin kendine mahsus mûcizeleri vardır. Bu mûcizelerin birçoğu Kur’an-ı Kerim’de de ifade buyurulur. Musa Aleyhisselam’ın sihirbazları yenmesi, İsa Aleyhisselam’ın ölüleri diriltmesi gibi…
Peygamberimiz’in hayatını okuyanların da bildiği gibi, sevgili Peygamberimiz‘in ise hayatı baştan başa mûcizedir. Âlimlerimiz onun mûcizelerini anlatmak için ciltlerle kitaplar yazmışlar. Bir âlim, “Tüm peygamberler içerisinde sayıca en çok mûcizesi olan bizim peygamberimizdi” demeyegörsün, bay yazar rahatsızlığını otomatik olarak ortaya koyup hemen itirazı basıyor: “Bu bir önyargıdır.”
Devam ediyor: “Bu, Hz. Peygamberle diğer peygamberler arasında yapılan zorlama bir yarıştır, peygamber yarıştırmaktır.” (Sa: 101-103)
Fesübhânallah!..
Âhırzaman Peygamberi’nin üstünlüğünden bahsetmek, bu zatı niye bu kadar rahatsız ediyor acaba?
ÂLİMLERE İFTİRA…
Onun “Bu, peygamber yarıştırmaktır” sözü aslında İslam âlimlerine bir iftiradır. Sanki İslam âlimleri –hâşâ- diğer peygamberleri kıskanmışlar da Peygamberimiz’in onlardan üstün olduğunu isbat için mûcize uydurma yarışına girmişler…
İslam âlimlerinin böyle İslama zıt tavırlara girmeleri düşünülebilir mi? Ama sayın yazarın, “Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün olmadığını isbata yönelik” bir vazifesi ve gayesi mi var ki, hep o uğurda çalışıyor ve âlimlerimizi bir kitap boyunca suçlayıp duruyor.
Meselâ İmam Süyûtî’nin (rah.a) El-Hasâis-i Küsrâ kitabından Hicretle ilgili şu hadiseyi naklediyor:
“Ebû Bekir, Resûlüllah’la birlikte mağaradayken susadı. Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ona dedi ki: “Mağaranın girişine doğru yürü ve oradan iç.” Ebû Bekir mağaranın girişine kadar gitti, orada baldan daha tatlı, sütten daha beyaz, miskten daha güzel kokan bir sudan içti ve döndü. Resûlüllah dedi ki: “Allah, Firdevs cennetinin ırmaklarıyla görevli meleğe senin içmen için bir nehir kazmasını emretti.” (Sa: 107)
Bunu naklettikten sonra başlıyor dalga geçmeye:
“Bu rivâyeti nakleden Süyûtî’nin, kitabındaki “Onda muteber olmayan rivayetlere yer vermedim”iddiasını hatırlamanın tam sırası” diyor. (Sa: 107)
Ne güzel! Muteber olmayan rivayetlere yer vermemiş işte. Daha ne istiyorsun ki.
Ama yazarın demek istediği başka. Bu anlatılan mağaradaki mânevî hali kabul edemediği için, “Bir de bu kitabında muteber olmayan rivayetlere yer vermediğini söylüyordun? Senin muteber olmayan rivayet dediğin bu mu? Cennetin ırmağı hiç Sevr mağarasına gelir mi? Mümkün mü hiç böyle bir şey?” demeye getiriyor.
Evet! Ona ve onun gibi meseleyi sadece maddî planda değerlendirenlere göre, tabii ki böyle bir şey mümkün değil. Ama meseleye inanç gözlüğüyle ve Allah’ın kudreti ve Peygamberimiz’in mûcizesi inancıyla bakanlar için böyle bir şey pekâlâ mümkün. Böyle bir şeyi meydana getirmekte Allah için bir zorluk da yok.
Bizim kalbimiz böyle bir şeyin olduğunu ve olabileceğini zorlanmadan rahatça kabul ediyor. İslamoğlu ise kendisi bilir.
İNKARIN TAVANI OLMUYOR…
Bay yazara göre, bazı hayvanların meselâ kurdun, ceylanın dile gelip Hazreti Resûlüllah’ın peygamberliğini ikrar etmesi, Hayber’de Peygamberimiz’e ikram edilen zehirli etin “Ben zehirliyim” demesi ve devenin secde etmesi, aslı olmayan uydurma şeyler.
Yazar, Müslümanların evvelden beri sahip oldukları peygamber inancına fena halde bozuluyor. Gelenek olarak yanlış bir peygamber imajı oluşturulduğunu söylüyor. “Bu imajın oluşması için elden ne gelirse yapılmış” diyor. (Sa: 109)
Evet… Peygamberimiz’e doğru olarak inanılması için tabii ki elden ne geldiyse yapılmıştır.
Ama ona göre, eski âlimler Peygamberimiz hakkında bize verebildikleri kadar yanlış bilgi vermişler. Peygamberimiz’i, aşırı yüceltmeci bir tavırla, olduğundan daha yüksek bir makamda göstermişler. Yine ona göre, “Hayali, hakikatin yerine ustaca monte etmeyi başarmışlar.” (Sa: 109)
İslamoğlu’nun yazdıklarına inanacak olursak, İslam âlimlerini asırlar boyunca bizi Peygamberimiz hakkında kandıran İslam düşmanları olarak kabul etmemiz gerekecektir.
Bay yazar, iftiralarının dışında, cehlinden mi hırsından mı bilinmez, zaman zaman bazı bilgi yanlışlıklarına da düşüyor. Meselâ şöyle:
“Resûlüllah Hendek’te bir günün vakit namazlarını kılamadı; hava kararınca tamamını tüm mü’minlerce topluca kıldılar.” (Sa:110)
Yanlış bilgi...
Hendek’te bir günün vakit namazlarının tamamının kazaya kalmadığını ve tamamını topluca kılmadıklarını öğrense iyi olur diyeceğiz ama keşke bütün yanlışları böyle olsaydı…
Kendisini Kur’an hakkında konuşmaya ehliyetli gören yazar, “Kur’an’ın hiçbir yerinde meleklerin maddî anlamda, savaşa katılıp bilfiil savaştıklarına delalet eden bir tek âyet bulunmamaktadır” (Sa: 111) derken, kendince bir kurnazlık sergiliyor.
“Meleklerin maddî anlamda, savaşa katılıp bilfiil savaştıklarına delalet eden sahih bir rivâyet yoktur” diyemeyeceği için kurnazlık yapıp, “Âyet yoktur” diyor.
Her şey hakkında âyet olmayacağını bu saatten sonra kendisine biz öğretecek değiliz.
Evet, bu hususta âyet olmayabilir. Ama tefsir diye de bir gerçek var değil mi?
Tefsirler gözardı edilebilir mi? Edilir diyemez, çünkü kendisi de bir tefsirci/müfessir olarak piyasada boy gösteriyor. Öyleyse tefsirler de mühim.
Tefsir de mühim ama sadece benim yaptığım tefsir geçerlidir, başkası değil diyebilirse, buyursun desin.
Diyemiyorsa, o zaman biz diyeceğimizi diyelim:
Sayın İslamoğlu!
Diğer tefsirler, sizin söylediğinizin tam tersini söylüyor. O tefsirlere göre, melekler Bedir’de bizzat harbe katılmışlardır. Ve bunlar sahih rivayetlerdir.
Lütfen yanlışlarınıza âyetleri âlet ederek Müslümanların zihinlerini bulandırmaya kalkışmayın…
Yanlışlarınızı yaza-yaza bitiremiyoruz. Yanlışlarınız bitmediği için hakkınızda yazacaklarımız da bitesi değil.
İmkanımız nisbetinde yanlışlarınızı ve meseleleri nasıl sündürdüğünüzü, önümüzdeki sahifelerde deşifre etmeye devam edeceğiz İnşallah…
İnanmadığı halde inanmış görüneni var, inandığı halde bazı sebeplerle imanını gizleyeni var.
İnananlar içinde ibâdet edeni var, etmeyeni var.
İbâdet edenler içinde ihlaslı (samimi) olanı var, riyâkârı, gösteriş için yapanı var.
İbâdet ehli içinde aşağı derecede olanı var, yüksek derecede olanı yani gerçek mânâda Allah dostu olanı, veli/evliyâ olanı var.
Veliler içinde sıradan evliyâ olanlar var, sayıları çok az da olsa mürşid-i kâmil olup insanları irşadla vazifelendirilmiş, varlıklarıyla Müslümanların bahtiyar olduğu nâdir kullar var…
Bu sınırı geçtikten sonra da çalışmakla kazanılamayan peygamberlik makamı var ki, o tamamen Allah vergisi ve Allah’ın seçimiyledir.
Bir kimse ne kadar ibâdet ederse etsin ve derecesi ne kadar yüksek olursa olsun, kendi çalışmasıyla mürşid olamayacağı gibi peygamber de olamaz. Mürşidlik de peygamberlik de Allah’ın seçmesi ve tayiniyledir.
Nitekim, Tâhâ sûresi 13. âyette, Hazreti Allah Mûsâ Aleyhisselam’a, “Ben (peygamberliğe) seni seçtim” buyuruyor. Bu husustaki başka bir âyet de A’raf sûresinin 144. âyetidir.
Yani peygamberlik Allah’ın seçimi ve tayiniyledir. Nitekim Peygamberimiz’in bir ismi de “Mustafa” dır ki “seçilmiş” demektir.
Diğer insanlar gibi peygamberler arasında da farklılıklar ve dereceler vardır. Nitekim Rabbimiz, Bakara sûresi 253. ve İsrâ sûresi 55. âyetlerde “Peygamberlerin bazısını bazısından üstün kıldığını” haber veriyor.
Peygamberler içinde (Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Peygamberimiz gibi) yeni bir şeriat getirenler de var, kendisinden önce gelen veya kendisiyle aynı zamanda yaşayan bir peygamberin şeriatını tebliğ edenler de var. (Hazreti İsmail ve Hazreti Lut gibi)
ULÜ’L-AZM PEYGAMBERLER…
Yine peygamberler içinde ulü’l azm peygamberler var ki, onların dereceleri diğer peygamberlerden üstündür. –Meşhur görüşe göre- bu peygamberlerin sayısı 5 olup şunlardır:
Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Muhammed Mustafa aleyhimüsselam.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) ulü’l azm peygamberler içinde Makam-ı Mahmudun sahibidir. Makam-ı Mahmud makamların en üstünüdür.
Peygamberimiz, (s.a.v.) hem âlemlere rahmet hem de bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmiştir. Nitekim, onun üstünlüğü ve farklılığı hakkında Enbiyâ sûresi 107. âyette “Habibim! Biz seni âlemlere ancak bir rahmet olarak gönderdik,” Sebe sûresi 28. âyette “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı (bir peygamber) olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler,” İnşirah sûresi 4. âyette de “Senin şanını yükselttik” buyuruluyor.
Onun Kur’an-ı Kerim tarafından bildirilen bu üstünlüğünü bil(e)meyen ve kabul edemeyenlerden olmaktan Allah’a sığınırız…
Peygamberlerin, diğer insanlardan farklı ve Allah’ın seçkin kulları olduğunu hepimiz biliyoruz. Bahsettiğimiz âyetlerden, Peygamberimiz’in hem âlemlere rahmet, hem de –diğer peygamberler gibi belli bir topluluğa değil- bütün insanlığa peygamber olarak gönderildiğini ve onun şanının bizzat Allah tarafından yüceltildiğini, dolayısıyla diğer peygamberlerden farklı bir mevkiye, en üstün makam olan Makam-ı Mahmud’a sahip olduğunu biliyoruz.
Peygamberimiz’in üstünlüklerine, aynen âyetlerde bildirildiği şekilde inanmak îmanın hem şartı hem gereğidir.
Peygamberimiz nesil olarak da seçkin bir sülâleden geliyordu. Bu seçkinlik, Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED kitabının 96. sahifesinde de Beyhakî, Taberânî ve Ebû Nuaym’dan İbn-i Ömer’in rivayetiyle nakledilmektedir. İslamoğlu’nun kitabına aldığı bu nakil doğrudur. Bu nakle göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
“Allah varlığı yarattığında yaratıklar arasında Âdemoğlunu seçti. Âdemoğulları arasından Arab’ı seçti, Arab’dan Mudar’ı seçti, Mudar’dan Kureyş’i seçti, Kureyş’den Haşimoğullarını seçti, beni de Haşimoğulları arasından seçti; o halde ben hayırlı başlangıçtan çıkan hayırlı sonucum.” (Eş-Şifâ, 1/83; Hasâis-ı Kübrâ 1/38)
ÜÇ MUHAMMED kitabında nakledilen bu hadis-i şerifte bildirildiği gibi, sevgili Peygamberimiz şerefli bir sülâleye mensuptu. Biz Müslümanlar bunu böyle bilir böyle inanırız. Çünkü bu husus bizzat Peygamberimiz’in hadis-i şerifiyle bildiriliyor. Hadis-i şerifte bildirilen bir şeye itiraz ise doğrudan doğruya Peygamberimiz’e itiraz olur.
BUNA RAĞMEN HADİS-İ ŞERİFE İTİRAZ…
Aaa o da ne! Yukarıdaki hadis-i şerifi kitabına alan İslamoğlu, meğer bu hadis-i şerifi Peygamberimiz’in üstün bir sülâleye mensup olduğunu anlatmak için değil, buna itiraz için almış.
Bakın ne diyor:
“Hazreti Peygamber’in…. engin tevazuuyla taban tabana zıt olan bu haber, onun ırkçılığı ve kabileciliği çağrıştıran her kokudan nefret eden anlayışına da aykırı değil mi?” (Sa: 96)
Allah Allah! Adamcağız, Peygamberimiz’in bu sözünü tevazuuyla taban tabana zıt ve kibirlilik olarak görüyör.
Artık bu kadarı da olmaz yani. Çünkü, Peygamberimiz’in, ırkçılık ve kabileciliği çağrıştırıcı şekilde konuştuğunu söylemek, haddini aşmaktan da öte bir şey artık.
Bu zat açıktan açığa, Peygamberimiz’in yukarıdaki sözündeki ifadeyi tevazuuya zıt, kibre uygun görerek, bir çırpıda itirazı basıyor ve doğrudan doğruya hadis-i şerife vurmaya çalışıyor.
Peygamberimiz (s.a.v.) eğer şerefli bir sülâleden gelmişse –ki elbette öyledir- bunu ashabına söylemesinden daha normal ne olabilir.
Ama nasıl oluyorsa, Peygamberimiz’in şerefli bir sülâleden geldiğini bildirmesi İslamoğlu’na göre ırkçılık oluyor. Bu ırkçılık suçunu işleyen(!) de tabii ki Peygamberimiz...
Böyle bir değerlendirmeye giden bir kimsenin, hadisleri reddeden Yaşar Nuri Öztürk’den bir farkı, bir eksiği kalır mı?
HAZRETİ ÂDEM VE HAZRETİ İBRAHİM MİSALİ…
Hepimizin bildiği gibi, Hazreti Allah Âdem Aleyhisselam’ı diğer varlıklardan üstün kıldı ve nurdan yarattığı meleklerin ona secde etmelerini emretti.
Var mı buna bir itiraz? Yok…
Meselâ Âdem Aleyhisselam, bu gerçeği anlatmak için “Allah meleklerin bana secde etmelerini emretti” deyince –hâşâ- tevazuya zıt mı hareket etmiş olacaktır?
Herkes gibi Peygamberimiz (s.a.v.) de Âdem Aleyhisselam’ın neslinden geliyor. Ama Kabil’in değil Hâbil’in neslinden, yani şerefli taraftan…
Aynı zamanda da Halilullah/Allah dostu olan Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail neslinden…
Kendisinin böyle şerefli bir soydan geldiğini söylemenin, tevazuuya ters bir tarafı mı var ki Peygamberimiz’in sözü “kabileciliği çağrıştıran bir söz” olarak ele alınsın?
Peygamberimiz’in Habîbullah/Allah’ın sevgilisi olduğu gibi, İbrahim Aleyhisselam da Halilullah’tır, Allah dostudur. Meselâ İbrahim Aleyhisselam, “Allah başka kimseyi değil, kendisine beni halil/dost edindi” demekle –hâşâ kibirlenmiş ve tevazuuya zıt mı hareket etmiş olacaktır?
Peygamberimiz’in, soy-sop bakımından Âdemoğullarının en üstünlerinin devamı olarak, İbrahim ve İsmail Aleyhimesselamın şerefli neslinden devam eden Hâşimoğullarından gelmiş olması, târihî bir gerçek değil mi?
Bir müsülüman, bu tarihî gerçeğin Resûlüllah tarafından dile getirilmesini nasıl olur da kabilecilik olarak değerlendirir?
Bir Müslüman, bu gerçeği bildiren hadis-i şerifi reddetmek pahasına nasıl böyle bir suçlamaya gidebilir?
Ancak Hıristiyan müsteşriklere/oryantalistlere yakışan bu itiraz, asla bir müslümana yakışmaz.
Nakledilen hadis-i şerifte Resûlüllah Efendimiz’in, “Var mı benim gibi şerefli bir kabileye mensup olanınız!” diyerek -hâşâ- övündüğü, böbürlendiği, kibirlendiği mi rivayet ediliyor ki, bu hadis-i şerif kabilecilik olarak anlaşılsın?
Bir Müslüman nasıl böyle bir değerlendirmeye gidebilir?
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) hadis-i şeriflerinde, “Mahşer günü ilk dirilecek olanın kendisi olacağını ve âhirette şefaat-ı uzmânın / büyük şefaatın kendisine verileceğini” de haber veriyor. “Cennete girecek olanların mahşerde 120 saf olup bunun 80 safının ümmet-i Muhammed olacağını” da haber veriyor.
Şimdi bunları da mı tevazuuya zıt kabul edeceğiz? Bunları –hâşâ- böbürlenme, övünme, kibirlenme mi kabul edeceğiz?
İslamoğlu’nun, bunlara ne diyeceği ve bunları da tevazuuya zıt görüp görmediği cidden meraka değer…
Bu hususta ne diyeceğini bilmiyorsak da Peygamberimiz’le ilgili bazı meselelere itiraz ettiğini kendi kitabındaki yukarıdaki satırlarından ve aşağıda okuyacağınız satırlarından biliyoruz.
ŞUNLARA DA İTİRAZ EDİYOR…
Bay İslamoğlu’nun kitabında itiraz ettiği, Peygamberimiz hakkındaki bazı gerçekler şunlar:
“Resûlüllah güreşte bir numaraydı. Koşuda bir numaraydı.”
“Dil ve dilin diyalektlerini (lehçe) bilmede bir numaraydı.”
“Gözleri herkesten ayrı olarak gece de gündüz gibi görüyordu.”
“Bir yere oturduğu zaman omuzları herkesin omuzlarından yukarı olurdu.”
“Resûlüllah ne aşırı uzun boylu ne de kısa boyluydu. O orta boylu olmasına rağmen iki uzun boylunun arasında yürüdüğü zaman onlardan uzun görünürdü.”
“Gölgesi yere düşmezdi.”
Tefsirci(!) İslamoğlu’nun içi işte bunları bir türlü almıyor. Oysa bunların hepsi, sevgili Peygamberimiz’i dünya gözüyle gören ashabı kiramın anlattıklarıdır.
Ashab-ı kiram, Resûlüllah Efendimiz’in peygamberliğiyle ilgili her hususu bize naklettiği gibi, maddî vücudundaki üstünlükleri de nakletmiştir. Onlar Peygamberimiz’in bu vasıflarını anlatmamış olsalardı, sonradan gelen bizler, “Acaba Resûlüllah efendimiz nasıldı?” diye merak etmeyecek miydik?
Müslümanca yaşamadığı için Müslümanların hallerini anlayamayanlar şunu iyi bilmeliler ki, İslam toplumu her şeyi Resûlüllah’ın sadece maddî / fizîkî vücudunda aramış değillerdir. Aksine onun getirdiği mesajı gayet iyi anlamış, o mesajı hayata dönüştüren iman, ahlâk, kavrayış ve derin düşünme yeteneğine daima sahip olmuşlardır. Bunun şahidi 14 asırlık İslam tarihidir.
Her şey güneş gibi açık ve ortada iken, Mustafa İslamoğlu hâlâ şöyle diyebiliyor:
“Hz. Peygamber’in “özellik” ve “yüceliğini”, onun getirdiği mesaj ve o mesajı hayata dönüştüren iman, ahlâk, kavrayış, derin düşünme yeteneği ve onları pratize etmedeki muhteşem yaklaşımıyla açıklamak dururken, onun fiziğinde aramaya başlaması elbette bir anlama problemidir.” (Sa: 98)
ACABA PROBLEM KİMDE?..
Değerli okuyucular! Ortada bir anlama problemi var ama acaba kimde?
Resûlüllah Efendimiz’in bu harikulâde vasıflarını kitaplarına alarak bizleri bu konularda bilgilendiren eski âlimlerimizde mi, yoksa onları tenkit eden yazar olaçıkagelmiş olan bugünkü yazarcıklarda mı?
Bay İslamoğlu haddini o kadar aşıyor ki, “Üstünlüğün Peygamberimiz’in maddî fiziğinde arandığını” söyleyerek Kadı İyaz ve İmam Süyûtî gibi dev âlimleri bile tenkide yeltenebiliyor.
Bilmiyor ki,
“Peygamberimiz’in gözlerinin gece de gündüz gibi görmesi,
Bir yere oturduğu zaman omuzlarının herkesin omuzlarından yukarı olması,
Aşırı uzun boylu da kısa boylu da olmayıp orta boylu olmasına rağmen iki uzun boylunun arasında yürüdüğü zaman onlardan uzun görünmesi,
Ve gölgesinin yere düşmemesi” gibi haberler, onun maddî vücudunda aranan üstünlükler değil, her biri birer mûcizedir. Gel gör ki, tenkitçi Bay Yazar mûcize diye bir şeye inanmıyor ki bu mûcizeleri kabul edebilsin…
Bazen hızını alamayıp üslubunu sertleştirdiğinde ise tamamen irtibatsız şeyler döktürüyor.
Meselâ Ahzab sûresi 21. âyet-i kerimenin meâlini vermiş:
“Sizin için Allah Elçisi’nde güzel örneklik vardır.” ( Sa: 40)
Ondan sonra şu minval üzere verip veriştiriyor:
“(Hz. Peygamberin) Teri, cinselliği, idrarı, boyu, gücü hakkında nakledilen bu rivayetlerin, bu âyetin gösterdiği örneklikle ne alâkası vardır?”
Bay İslamoğlu ne söylediğinin farkında mı acaba? Biraz mantıklı olsa ya! Kendisine soruyoruz:
1- İftira etmiyorsanız söyler misiniz, bu hususlarda Peygamberimiz’i kim örnek almış?
2- Örnek alınmak istense bile, zaten bu saydıklarınızın örnek alınması mümkün müdür?
Meselâ bir kimse Peygamberimiz’in mis gibi kokan terini nasıl örnek alacaktır? Kendi terini Peygamberimiz’in teri gibi mis gibi kokutabilir mi?
Peygamberimiz’i cinsellikte örnek alacağım diye kim aşırı bir cinselliğe sahip olabilir?
Peygamberimiz, uzun boylu kimselerin yanında onlardan uzun göründüğüne göre, kim onu bu hususta örnek alarak onun gibi uzun görünebilir?
Bunlar zaten mümkün olmayan şeyler. Onun için hiçbir kimse Peygamberimiz’i bu hususlarda zaten örnek almaya kalkışmaz, almamıştır da. Kalkışması için insanın deli olması lâzım.
Lütfen biraz mantıklı olun da Peygamberimiz’i bu hususlarda örnek alıyorlar diye Müslümanları suçlamayın. Gülünç oluyorsunuz, gülünç.
Bay İslamoğlu diyor ki, “Onun (Peygamberimiz’in) getirdiği mesaj ve o mesajı hayata dönüştüren iman, ahlâk, kavrayış, derin düşünme yeteneği ve onları pratize etmedeki muhteşem yaklaşımıyla açıklamak dururken, üstünlüğü onun fiziğinde aramak bir anlama problemidir.”
Okuyan da zannedecek ki, Peygamberimiz’le ilgili bu bilgileri veren âlimler, O’nun îman ve ahlâkla ilgili vasıflarını bir tarafa bırakıp sadece maddî vücuduyla ilgili meseleleri anlatmışlar.
Yok öyle bir şey değerli okuyucu…
O değerli âlimler, bize Hazreti Resûlüllah’ı tek bir yönüyle değil maddî-mânevî her yönüyle anlatageldiler. Anlattıkları içindir ki bu din bu günlere kadar gelebildi.
Allah korusun, bu din ya bir de o âlimleri tenkit eden bu makûle gibilerin ellerinde kalıverseydi…
* * *
Her peygamberin kendine mahsus mûcizeleri vardır. Bu mûcizelerin birçoğu Kur’an-ı Kerim’de de ifade buyurulur. Musa Aleyhisselam’ın sihirbazları yenmesi, İsa Aleyhisselam’ın ölüleri diriltmesi gibi…
Peygamberimiz’in hayatını okuyanların da bildiği gibi, sevgili Peygamberimiz‘in ise hayatı baştan başa mûcizedir. Âlimlerimiz onun mûcizelerini anlatmak için ciltlerle kitaplar yazmışlar. Bir âlim, “Tüm peygamberler içerisinde sayıca en çok mûcizesi olan bizim peygamberimizdi” demeyegörsün, bay yazar rahatsızlığını otomatik olarak ortaya koyup hemen itirazı basıyor: “Bu bir önyargıdır.”
Devam ediyor: “Bu, Hz. Peygamberle diğer peygamberler arasında yapılan zorlama bir yarıştır, peygamber yarıştırmaktır.” (Sa: 101-103)
Fesübhânallah!..
Âhırzaman Peygamberi’nin üstünlüğünden bahsetmek, bu zatı niye bu kadar rahatsız ediyor acaba?
ÂLİMLERE İFTİRA…
Onun “Bu, peygamber yarıştırmaktır” sözü aslında İslam âlimlerine bir iftiradır. Sanki İslam âlimleri –hâşâ- diğer peygamberleri kıskanmışlar da Peygamberimiz’in onlardan üstün olduğunu isbat için mûcize uydurma yarışına girmişler…
İslam âlimlerinin böyle İslama zıt tavırlara girmeleri düşünülebilir mi? Ama sayın yazarın, “Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün olmadığını isbata yönelik” bir vazifesi ve gayesi mi var ki, hep o uğurda çalışıyor ve âlimlerimizi bir kitap boyunca suçlayıp duruyor.
Meselâ İmam Süyûtî’nin (rah.a) El-Hasâis-i Küsrâ kitabından Hicretle ilgili şu hadiseyi naklediyor:
“Ebû Bekir, Resûlüllah’la birlikte mağaradayken susadı. Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ona dedi ki: “Mağaranın girişine doğru yürü ve oradan iç.” Ebû Bekir mağaranın girişine kadar gitti, orada baldan daha tatlı, sütten daha beyaz, miskten daha güzel kokan bir sudan içti ve döndü. Resûlüllah dedi ki: “Allah, Firdevs cennetinin ırmaklarıyla görevli meleğe senin içmen için bir nehir kazmasını emretti.” (Sa: 107)
Bunu naklettikten sonra başlıyor dalga geçmeye:
“Bu rivâyeti nakleden Süyûtî’nin, kitabındaki “Onda muteber olmayan rivayetlere yer vermedim”iddiasını hatırlamanın tam sırası” diyor. (Sa: 107)
Ne güzel! Muteber olmayan rivayetlere yer vermemiş işte. Daha ne istiyorsun ki.
Ama yazarın demek istediği başka. Bu anlatılan mağaradaki mânevî hali kabul edemediği için, “Bir de bu kitabında muteber olmayan rivayetlere yer vermediğini söylüyordun? Senin muteber olmayan rivayet dediğin bu mu? Cennetin ırmağı hiç Sevr mağarasına gelir mi? Mümkün mü hiç böyle bir şey?” demeye getiriyor.
Evet! Ona ve onun gibi meseleyi sadece maddî planda değerlendirenlere göre, tabii ki böyle bir şey mümkün değil. Ama meseleye inanç gözlüğüyle ve Allah’ın kudreti ve Peygamberimiz’in mûcizesi inancıyla bakanlar için böyle bir şey pekâlâ mümkün. Böyle bir şeyi meydana getirmekte Allah için bir zorluk da yok.
Bizim kalbimiz böyle bir şeyin olduğunu ve olabileceğini zorlanmadan rahatça kabul ediyor. İslamoğlu ise kendisi bilir.
İNKARIN TAVANI OLMUYOR…
Bay yazara göre, bazı hayvanların meselâ kurdun, ceylanın dile gelip Hazreti Resûlüllah’ın peygamberliğini ikrar etmesi, Hayber’de Peygamberimiz’e ikram edilen zehirli etin “Ben zehirliyim” demesi ve devenin secde etmesi, aslı olmayan uydurma şeyler.
Yazar, Müslümanların evvelden beri sahip oldukları peygamber inancına fena halde bozuluyor. Gelenek olarak yanlış bir peygamber imajı oluşturulduğunu söylüyor. “Bu imajın oluşması için elden ne gelirse yapılmış” diyor. (Sa: 109)
Evet… Peygamberimiz’e doğru olarak inanılması için tabii ki elden ne geldiyse yapılmıştır.
Ama ona göre, eski âlimler Peygamberimiz hakkında bize verebildikleri kadar yanlış bilgi vermişler. Peygamberimiz’i, aşırı yüceltmeci bir tavırla, olduğundan daha yüksek bir makamda göstermişler. Yine ona göre, “Hayali, hakikatin yerine ustaca monte etmeyi başarmışlar.” (Sa: 109)
İslamoğlu’nun yazdıklarına inanacak olursak, İslam âlimlerini asırlar boyunca bizi Peygamberimiz hakkında kandıran İslam düşmanları olarak kabul etmemiz gerekecektir.
Bay yazar, iftiralarının dışında, cehlinden mi hırsından mı bilinmez, zaman zaman bazı bilgi yanlışlıklarına da düşüyor. Meselâ şöyle:
“Resûlüllah Hendek’te bir günün vakit namazlarını kılamadı; hava kararınca tamamını tüm mü’minlerce topluca kıldılar.” (Sa:110)
Yanlış bilgi...
Hendek’te bir günün vakit namazlarının tamamının kazaya kalmadığını ve tamamını topluca kılmadıklarını öğrense iyi olur diyeceğiz ama keşke bütün yanlışları böyle olsaydı…
Kendisini Kur’an hakkında konuşmaya ehliyetli gören yazar, “Kur’an’ın hiçbir yerinde meleklerin maddî anlamda, savaşa katılıp bilfiil savaştıklarına delalet eden bir tek âyet bulunmamaktadır” (Sa: 111) derken, kendince bir kurnazlık sergiliyor.
“Meleklerin maddî anlamda, savaşa katılıp bilfiil savaştıklarına delalet eden sahih bir rivâyet yoktur” diyemeyeceği için kurnazlık yapıp, “Âyet yoktur” diyor.
Her şey hakkında âyet olmayacağını bu saatten sonra kendisine biz öğretecek değiliz.
Evet, bu hususta âyet olmayabilir. Ama tefsir diye de bir gerçek var değil mi?
Tefsirler gözardı edilebilir mi? Edilir diyemez, çünkü kendisi de bir tefsirci/müfessir olarak piyasada boy gösteriyor. Öyleyse tefsirler de mühim.
Tefsir de mühim ama sadece benim yaptığım tefsir geçerlidir, başkası değil diyebilirse, buyursun desin.
Diyemiyorsa, o zaman biz diyeceğimizi diyelim:
Sayın İslamoğlu!
Diğer tefsirler, sizin söylediğinizin tam tersini söylüyor. O tefsirlere göre, melekler Bedir’de bizzat harbe katılmışlardır. Ve bunlar sahih rivayetlerdir.
Lütfen yanlışlarınıza âyetleri âlet ederek Müslümanların zihinlerini bulandırmaya kalkışmayın…
Yanlışlarınızı yaza-yaza bitiremiyoruz. Yanlışlarınız bitmediği için hakkınızda yazacaklarımız da bitesi değil.
İmkanımız nisbetinde yanlışlarınızı ve meseleleri nasıl sündürdüğünüzü, önümüzdeki sahifelerde deşifre etmeye devam edeceğiz İnşallah…
09.05.2013
Ali Eren / Haberkita.com
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen