Müslümnların zihni böyle bulandırılıyor
Yeryüzünde semâvî kitaplara inanan üç topluluk var: Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar.
Bunlardan, Mûsâ Aleyhisselam’a inanan Yahudilere Mûsevî, Îsâ Aleyhisselam’a inanan Hıristiyanlara da Îsevî deniliyor.
Biz Müslümanlara da, diğerleri gibi sevgili Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam’ın ismine izâfeten, Muhammedî denilse yeridir, çünkü o tabir de doğrudur.
Nitekim İslamın ilk yıllarında Müslümanlara Muhammedî deniliyordu. Yanlış da değil. Çünkü Muhammedî demek Müslüman demektir. Zira, bizler Müslüman olarak Peygamberimiz’e inanmakla beraber, haliyle ona indirilen Kur’an-ı Kerim’e ve tebliğ ettiği İslam dinine de inanıyoruz.
Tabii ki, “Artık bundan sonra Müslümanlara Muhammedî denilsin” demek istemiyoruz. Çünkü durup dururken böyle söylemek, hem eski köye yeni âdet getirmek, hem de lüzumsuz bir işgüzarlık olur. Asırlardır İslam dini mensuplarına Müslim / Müslüman deniliyorken, ortada fol yok yumurta yokken ortaya böyle bir iddia atmanın hiçbir mânâsı olamaz…
Yukarıda söylediğim gibi bir taraftan, “Eskiden Müslümanlara Muhammedî deniliyordu. Öyle söylense de doğrudur” derken, bir anda bu sözümden dönüp, “Hayır! Müslümanlara Muhammedî demek doğru olmaz. Muhammedî kelimesini kullanmak doğru değildir” desem olur mu?
Tabii ki doğru olmaz.
Doğru olmamaktan öte, iki sözüm birbirine uymayacağı için, benim birbirine uymayan bu iki sözümü duyanlar “Bu adam ne söylediğini bilmiyor. Bir öyle söylüyor bir böyle. Söyledikleri birbirini tutmuyor” demezler mi? Tabii ki derler, derlerse de haklı olurlar.
BİR ÖYLE BİR BÖYLE…
Bu girişten sonra esas meselemize geçebiliriz.
Elimde, ismini siz okuyucularımızın bildiğiniz o mâlum kitap var. Bu kitapta, yukarıda temas ettiğim şekilde, birbirinin tam tersi olan ifadeler yer alıyor. Şimdi bu iki ayrı yeri görelim.
1- Kitabın 207. sahifesinin üç yerinde, ayrı ayrı cümlelerde şöyle deniliyor:
a- “Hz. Peygamberin tebliğ ettiği dine Muhammedîlik, o dine mensup olanlara da Muhammedî denilemez.”
b- “Hz. Muhammed aleyhisselama vahyedilen İslâm mesajı, onun adına dahi indirgenemez.”
c- “Kur’an’ın tebliğ ettiği İslam’ı “Muhammedîlik” olarak algılamak ne kadar yanlış…”
2- Şimdi de aynı kitabın 229. sahifesine bakalım. Orada da tam tersi ifadeler mevcut:
“Yunan-Batı ahlâkı, sınıf temelli bir ahlâktır ve olanı esas kabul eder. Oysa ki olan, olması gerekenden farklı olabilir ve ahlâkın ilkeleri Atina sitesinin zulme dayalı kast sisteminden yola çıkılarak tesbit edilemez. İşte, Muhammedî davetin kadîm Arap ahlâkına getirdiği itiraz da bu olmuş, vahiy, onu baştan sona elden geçirerek ıslah etmiştir.”
“Muhammedî davet, cahiliyyenin kabileci fikrine dikey ve yatay iki pencere açtı.”
1. maddenin a, b ve c şıkkındaki altı çizili kelimelere dikkat ederek lütfen tekrar bakınız…
O cümlelerde söylenenle 2. maddede söylenenler birbirine uyuyor mu?
Uymadığı ortada…
maddedeki üç cümlenin üçünde de “İslam dinine Muhammedîlik, müslümana da Muhammedî denilemez” denildiği halde, 2. maddedeki cümlelerde yazar, “Muhammedî davet” kelimesini bizzat kendisi kullanıyor. Yani olamaz dediğini bizzat kendisi yapıyor.
Şimdiii…
Aynı kitapta, böyle birbirine uymayan iki ayrı hükmü okuyan okuyucu ne diyecek?
Yukarıda söylediğimiz gibi, “Bu adam ne söylediğini bilmiyor. Bir öyle söylüyor bir böyle. Söyledikleri birbirini tutmuyor” demeyecek mi?
Derse, suçlayacak mıyız?
NİÇİN BÖYLE YAPIYORLAR?..
Değerli okuyucu!
Kitaplarına işte böyle birbirine uymayan cümleleri dolduran ve birbirine zıt şeyler yazan kimseler, maalesef Türkiye’de kendilerini yazar ve âlim olarak satıyorlar. Hem de “Kur’an âlimi”…
İçinizden soruyorsunuzdur:
Bu kimseler, üstelik aynı kitapta birbirine uymayan şeyler yazdıklarına göre çok mu câhiller?
Geçmiş İslam âlimlerine göre elbette câhildirler.
Ya tek başlarına ele alınırlarsa?
Hâyııır! O zaman hiç de câhil değiller. Belli bir seviyeye kadar bilgileri var. Var ki, kitap yazmaya kalkışıyorlar.
Öyleyse niçin böyle hatalara düşüyorlar?
Efendim, hırsları bilgilerini geçtiği için…
Hırslarını frenleyemedikleri için düşüyorlar böyle hatalara.
Durum şu:
Bir tarafta okyanus gibi ehl-i sünnet âlimleri, diğer tarafta da onlara göre bir damla bile ilme sahip olmayan bunlar…
Bu kimseler, kısır ilimlerini artırmak yerine, ehl-i sünnet itikadını kitaplarına derc eden okyanus gibi âlimlere saldırmayı tercih ediyorlar.
Niçin?
Niçin olacak, ehl-i sünnet inancını içlerine sindiremedikleri için.
Böyle olunca da, ehl-i sünnetin okyanus gibi âlimlerine saldırmak onlar için vazife oluyor…
Bu saldırılarda muvaffak olurlarsa bir taşla iki kuş vurmuş olacaklar:
1- Bu âlimleri küçük göstererek, onların ilimlerini Müslümanların zihninde geçersiz ve değersiz kılmak.
2- Bu âlimleri zihinlerden silerek, onların eserlerinde anlattığı ehl-i sünnet inancını Müslümanların zihinlerinden silmek…
Bu hususta alabildiğine de hırslılar.
İşte bu hırs, onlarda o kadar ileri ki, -yukarıda okuduğunuz gibi- aynı kitapta hırsla birbirine uymayan şeyler yazarak kendi kendileriyle tenakuza / çelişkiye düştüklerinin farkında bile olmuyorlar.
Âlimlere saldırıyorlar dedik ya, hazır laf açılmışken, buna dair bir misal verelim.
MÂVERDÎ GİBİ BİR ÂLİMİ TENKİT!..
İslam âlimleri ordusundan meşhur bir zat var: İmam Mâverdî.
Hicrî 4. ve 5. asırda yaşamış olup Şâfii mezhebi üzere pek çok eserler vermiş olan bu zat, şimdi kendi aleyhinde olanlar gibi yazarlık hevesinde olmadığı için, hayatındayken hiçbir eserini açığa çıkarmamış. Onun için, bu zatın eserleri isteği üzerine vefatından sonra yayıldı.
İşte bu büyük âlim hakkında önümüzdeki kitapta bakın hırsla neler yazılmış:
“Mâverdî, ilk defa ahlâkı düalist bir zeminde ele alarak “din edebi” (edebü’d-din) ve “dünya edebi” (edebü’d-dünya) diye ikiye ayırdı. Bu şekilde İslâmî ahlâk, fıkıhçılar ile mistikler arasında pay edilmeye müsait hâle getirildi.
Mistikler birr ve takvâyı sosyal içeriğinden tamamen soyutlayan bir ahlâk anlayışını şiar edinirken, fıkıhçılar da bireysel terbiye, ruh terbiyesi ve nefis tezkiyesini görmezden gelen bir helal-haram formelizmini ruhsuz bir biçimde dayattılar.
İlâhî adâletle beşerî adâletin arası açıldı. Adâlet sadece âhirete hasredilerek, insanın âdil bir dünya kurma iddiası yok edildi.” (Sa: 229)
Yukarıda anlattığım yanlışlarını, yani kendi gözündeki merteği görmeyip, başkalarının gözündeki kibrit çöpünü görerek, eteğine bile ulaşamayacağı Mâverdî gibi âlimleri bir de tenkide kalkışan bu yazara ne demeli şimdi? .
Kaldı ki kendi gözündeki mertek, görüşünü tamamen kapattığı için, başkalarını zaten göremiyor. Bu görüş kıtlığıyla bir de başkalarının gözünde, var olduğunu zannettiği fakat aslında hiç olmayan hayâlî kibrit çöpünü tenkide kalkışıyor.
İnsan önce kendi haline bir bakar da ondan sonra başkasını tenkide kalkışır değil mi?
Hem de nedir o öyle İslâmî olmayan kelimeleri bu derece kullanma hırs ve hevesi?
İslâmî meselelerin ele alındığı bir kitapta bu kelimelerin ne işi var?
İslamı, İslâmî kelimelerle anlatabilme kapasiteniz yoksa, ne demeye kitap yazmaya hevesleniyorsunuz?
Nedir o yabancı kelimeler?
Düalist ne demek?
Mistik ne demek?
Formelizm ne demek?
Bu Frengistan menşe’li kelimeleri kullanmak çok mu lezzet veriyor size?
HEM FIKHA HEM TASAVVUFA, HEM İTİRAZ HEM İFTİRA…
Bunun yanında bir de İslâm âlimlerine ve Müslümanlara iftiranız var ki asıl felâket işte o.
Meselâ, “Mâverdî, ilk defa ahlâkı düalist bir zeminde ele alarak “din edebi” (edebü’d-din) ve “dünya edebi” (edebü’d-dünya) diye ikiye ayırdı. Bu şekilde İslâmî ahlâk, fıkıhçılar ile mistikler arasında pay edilmeye müsait hâle getirildi “ ne demek?
Sanki Müslümanlar kandırılmaya hazır bir topluluk, o arada bir Mâverdî çıktı, Müslümanları ikiye böldü. Onlar da bölünüverdiler öyle mi?
İlmiyle tarihe imza atan İmam Mâverdî gibi bir âlim, din edebiyle dünya edebini birbirinden ayırmak gibi bir ihanette mi bulundu İslama?
Müslümanları, fıkıhçılar ve mistikler/tasavvuf erbabı diye ikiye ayıran İmam Mâverdî mi yoksa siz ve sizin gibiler mi?
Baksanıza, bu iki gurup iki ayrı inanç sahipleri imiş gibi, ayrı ayrı topluluklar imiş gibi ele alan sizsiniz.
Tasavvuf erbabı aynı zamanda fıkıh erbabı olamaz mı? Nitekim olmamış mı? Buna bir engel mi var?
Tasavvuf erbabı olanların fıkıhla alâkası kesiliyor mu? En büyük fıkıh âlimleri tasavvuf erbabı değil mi?
Tasavvuf erbabı olanlar ibâdetlerini fıkha göre yapmıyorlar mı?
“Fıkıhçılar” denilmesine gelince...
Fıkıhçılar aynı zamanda tasavvuf erbabı olamaz mı? Buna bir engel mi var?
Nitekim tarih boyunca olmamışlar mıdır?
Tarihte sayısız kimseler hem fıkıh âlimi olup hem tasavvuf hayatı yaşamadı mı?
Bakın değerli okuyucular, lütfen şu cümlelerdeki iftiralara bakın:
“Mistikler birr ve takvâyı sosyal içeriğinden tamamen soyutlayan bir ahlâk anlayışını şiar edinirken, fıkıhçılar da bireysel terbiye, ruh terbiyesi ve nefis tezkiyesini görmezden gelen bir helal-haram formelizmini ruhsuz bir biçimde dayattılar.”
Bir insanın bunları yazabilmesi için, sadece şiddetli bir tasavvuf ve fıkıh âlimleri düşmanı olması kâfi gelmez aynı zamanda büyük bir iftira hazinesinin de sahibi olması lâzım. Aksi takdirde böyle şeyler yazamaz…
Tarih boyunca, fıkıh âlimleri daha çok ilimleriyle, tasavvuf erbabı da daha çok edep ve takvalarıyla İslama büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Gerçek böyle iken, her şeyi tersine çeviren Yazara göre, tasavvufçular “İyilik ve takvâyı sosyallikten çıkaran bir ahlâkı benimseyerek” İslamın bir tarafını çökertirken, fıkıhçılar da “bireysel terbiyeyi, ruh terbiyesini ve nefis tezkiyesini görmezden gelerek” İslamın başka bir tarafını çökertip yıkmış oluyorlar…
Fıkıhçılar ile tasavvufçular meğer ne şiddetli İslam düşmanı imişler. (!)
Demek, bunların her biri İslamı ayrı cihetlerden bozan guruplarmış da biz bilmiyormuşuz(!)
FIKIH İLMİNİ DE TASAVVUFU DA ATMALI MI?..
Bu mesele üzerinde ikili bir konuşma:
- Öyleyse gelin fıkhı da tasavvufu da ortadan kaldıralım.
- Ne dersiniz, öyle mi yapalım?
- Evet öyle yapalım. Önce tasavvufu ortadan kaldıralım ki, farzları yerine getirdikten başa nâfile ibâdetleri bile yapan ve Allah’ı en çok zikreden bu guruplardan dünya kurtulmuş olsun.
- Peki fıkıhçıları ne yapalım?
- Onları da halledelim.
- Hallettik diyelim, peki ibâdetlerimizi neye göre yapacağız?
- Aman canım, senin düşündüğün şeye de bak!
- Hele bir fıkıhtan kurtulalım da gerisi kolay.
- Tamam da nasıl yani, neye göre ibâdet edeceğiz?
- Canım telaş etme, yine fıkha göre yaparsın ibâdetini.
- Ama “hem bireysel terbiyeyi hem ruh terbiyesini hem de nefis tezkiyesini görmezden geldiler “diye fıkıh âlimlerini hani kötülüyorduk?
- Senin anlayışın da amma da kıtmış yani. Biz fıkhı değil sadece eski fıkıhçıları istemiyoruz. Onların yazdıkları ortadan kalksın da gerisi kolay.
- Nasıl kolay?
- Canım zamanımızdaki fıkıhçılarımız ne güne duruyor? Onların dedikleri gibi ibâdet ederiz işte…
- Haa… Siz eski müctehidlerin ictihadlarını atalım, modern müctehidlerin dediklerine göre ibâdet edelim demek istiyorsunuz.
- Hele şunu anlayabilseydin. Tabii öyle demek istiyorum…
Değerli okuyucu!
Bu tiplerin dillerinin altında yatan sözler işte bu.
Onların zihinlerinde, tasavvuf ve fıkıhtan bahseden eski âlimler tuu kaka, İslamı Nasrettin Hoca’nın kuşuna benzetmeye çalışan yeni müstechidler (müctehid değil) cici mi cici…
Neden?
Çünkü o ciciler bizzat kendileri de ondan…
BU YAZAR YABANCINIZ DEĞİL…
Değerli okuyucu!
Yukarıdan beri yanlışlarına dikkat çektiğimiz yazar sizin de anladığınız gibi Mustafa İslamoğlu, tenkit ettiğimiz eser de Onun ÜÇ MUHAMMED isimli eseri.
Bu kitaptaki sonu gelmez çelişkilerden bir tanesine işaret edelim.
İslamoğlu, Müslümanların Peygamberimiz’i aşırı derecede sevmesinden son derece rahatsız. Bunu kitabında açıkça yazmaktan da çekinmiyor. Ama kendisi hakkında, “Bu zat Peygamber sevgisinden rahatsız” denilmesini de istemiyor. Bu tür bir tenkide muhatap olmamak için de kurnazlık yapıyor ve kendisini kurtaracak bazı cümleler kullanıyor.
Meselâ şöyle diyor:
“Hz. Peygamber’i diğer peygamberlerden ayıran fark, Kur’an vahyini diğer vahiylerden ayıran farktır. O da, bütün insanlığı muhatap alan bir mesajla geldiği için bütün âlemlere rahmet olma farkıdır. Nasıl ki Kur’an kendisinden önceki ilâhî mesajların özünü içerisinde toplayan ve onlara “hakem” olan bir zirve ise, Hz. Peygamber de kendisinden önceki nebiler zincirinin taç halkası ve zirvesidir.” (Sa: 231)
Bunlar ne kadar güzel ve ne kadar doğru sözler değil mi? Gördüğünüz gibi, Sayın İslamoğlu “Peygamberimiz’in bütün âlemlere rahmet olduğunu” ve “Peygamberler zincirinin en üstün halkası ve zirvesi yani en yükseği olduğunu” söylüyor.
Hayret ki hayret!..
Doğrudur ve gerçek aynen yazdığı gibidir. Ancak, işin bir de başka yönü var.
Gönül isterdi ki bu güzel cümleler takiyyesiz ve samimi olarak yazılmış olsun. Ama maalesef bu satırlarda biz samimiyet bulamıyoruz.
Sebebini anlatayım:
1874-1949 yılları arasında yaşayan Musa Cârullah isimli reformist bir âlim vardı. İslamoğlu’nun yazdığına göre Kitâbü’s-Sünne isimli kitabında şöyle demiş:
“…Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor. Öyleyse ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir.”
Yani adam bu sözüyle, “Ha Peygamber ha diğer insanlar. Arada fark yok” diyerek Peygamberlik makamını açıktan açığa inkar ediyor.
O inkar ediyorsa bunun İslamoğlu ile alâkası ne?
Alâkası şu: İslamoğlu da onun bu sözlerini ÖVÜYOR… ( Üç Muhammed, sa: 28)
Öyleyse biz de yukarıdaki cümlelerinde Peygamberimiz’i öven İslamoğlu’na soruyoruz:
Bu durumda, Peygamberimiz hakkında, “O, peygamberler zincirinin zirvesidir” demenizin ne mânâsı kaldı?
Bir taraftan Peygamberimiz’in peygamberler zincirinin zirvesi olduğunu söyleyeceksin, bir taraftan da “Peygamber ile diğer insanların arasında hiç bir fark yok” diyen birisini tasdik edeceksin, öveceksin ve böylece peygamberlik makamını yok saymış olacaksın. Bu olmaz…
Kimse bizden, bu çelişkiyi görmememizi beklemesin.
KENDİSİYLE BİLE TERS DÜŞÜYOR…
Evet İslamoğlu kendisiyle ters düşüyor. Şöyle ki:
Yukarıda okuduğunuz gibi, Hz. Peygamber kendisinden önceki nebiler zincirinin taç halkası ve zirvesidir” dediği halde, aynı eserinin başka sahifelerinde kırk dereden su getirerek Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün olduğunu söylemenin doğru olmadığını uzun uzun ispata çalışıyor. Bu iddiasına delil olarak da Kurtubî tefsirini öne sürüyor. Şöyle diyor:
“Kurtubî, peygamberlik açısından üstünlük iddiasının, âyetin (Bakara, 253) açık anlamına aykırı olduğu sonucuna varır” diyor. (Sa: 66)
Asla!...
Kurtubî öyle söylemiyor. İftira huyundan bir türlü vaz geçemeyen İslamoğlu, Kurtubî’ye de iftira ediyor. Bunu yaparken de galiba, “Canım kim Kurtubî tefsirini açıp da Kurtubî öyle yazıyor mu yazmıyor mu diye bakacak” diye düşünüyor olmalı ki Kurtubî’de olmayan bir cümleyi varmış gibi söylüyor.
Bu iddiasına Kurtubî tefsirini delil göstermesinin sebebi şu:
Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün olmadığını kendisi söylese itiraz edileceğini biliyor. Bildiği için kendi kanaatını aklınca Kurtubî tefsirine söyletiyor…
Kendisine iki soru soralım:
1- Kitabınızın 28. sahifesinde yazdığınız gibi, “Hz. Peygamber ümmetin her ferdi gibi, ümmetin her ferdi de Peygamber gibi” midir, yoksa 231. sahifede yazdığınız gibi, Peygamberimiz bütün insanlardan üstün olduğu gibi “Bütün peygamberlerden üstün olup bütün âlemlere rahmet” midir?
2- Kurtubî’ye atfen 66. sahifede yazdığınız gibi, “Peygamberlik açısından üstünlük iddiasının, âyetin açık anlamına aykırı” olduğu mu doğrudur, yoksa 231. sahifede yazdığınız gibi, “Peygamberimiz’in bütün peygamberlerin zirvesi olduğu” mu doğrudur?
Daha kısa soralım:
Kitabınızın 28. ve 66. sahifelerinde yazdıklarınız mı doğrudur, yoksa 231. sahifesinde yazdıklarımız mı doğrudur?..
Cevap?...
Ne cevabı değerli okuyucu?
Tenakuzun cevabı mı olur!..
Ali Eren/Haberkita (http://www.haberkita.com/muslumnlarin-zihni-boyle-bulandiriliyor_57648.html)
27.05.2013
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen