Dienstag, 28. Mai 2013

İbadet emretmeyen hiç bir peygamber yoktur

İbadet emretmeyen hiç bir peygamber yoktur
 
“Makam-ı Mahmud” tabirini duymayan Müslüman yok gibidir. Kelime mânâsını bilmeseler de herkes “Makam-ı Mahmud”un Peygamberimiz’in âhiretteki makamı olduğunu bilir.
 
Bu tabir, Kur’an-ı Kerim’de İsrâ sûresi 79. âyette “Makamen mahmûdâ” şeklinde geçer.

Âyetin mânâsı şöyledir:
“…Rabbinin seni bir makam-ı mahmuda (şefaat makamına) göndermesi kesindir.”

Elmalı tefsirinde, Fatiha sûresinin tefsiri kısmında bu hususta şu bilgiler veriliyor:

“Gerçekten de Makam-ı Mahmud (en yüksek şefaat makamı) bilhassa peygamberlerin sonuncusu olan Efendimiz’e va’d olunan ve onu hamd etme makamından hamd edilen (övülen) makamına yücelten yüksek bir makamdır ki, büyük şefaat makamıdır. Bu makamda “Livâü’l-Hamd” sancağı onun eline teslim olunmuştur. Âhirette Makam-ı Mahmud’un bol şefaati iledir ki, Livâü’l-Hamd altında toplanacak olan ümmet, Allah’a hamd etmelerinden paylarını alacak ve cennet ehlinin duâlarının sonu da “Âlemlerin rabbi Allah’a hamd olsun” olacaktır.”

Rûhu’l-Beyan tefsirinde şöyle deniliyor:

“Makam-ı Mahmud, mahşer ehlinin tamamına şefaat etme makamıdır. O umumî şefaat sırasında herkes Peygamberimiz’e gıpta eder. Çünkü, kendisinden şefaat istenen peygamberlerin hepsi de ilk önce şefaat etmekten kaçınır ve her biri şefaat isteyenleri diğer bir peygambere gönderir. Sonunda bütün insanlar Peygamber Efendimiz’e gelirler. Peygamberimiz (s.a.v.) de “Ben şefaat etmeye ehilim” buyurur ve büyük şefaatını yapar. Diğer peygamberler ondan sonra şefaat ederler.” (İsrâ sûresi, 79. âyetin tefsirinden)
Ömer Nasuhi Bilmen ise bu âyetin tefsirinde şu mânâyı veriyor:
“Muhakkak ki, (Rabbin seni bir makam-ı mahmuda) bir şefaatı kübrâ -büyük şefaat- makamına (gönderecektir). Senin dereceni bütün mahlûkâtın fevkine –üstüne- yükseltecektir.”

(Kur’anı Kerim’in Türkçe Meâli Âlisi ve Tefsiri, c: 4 sa: 1903)
Bunlardan başka, Fî Zılâli’l-Kur’an’dan tutun da İbni Kesir, Kurtubî, Taberî, Celâleyn, Nahcivânî ve Kazı Beyzâvî tefsirlerinin hepsi Makam-ı Mahmud’un, Peygamberimiz’in âhirette yapacağı büyük şefaat olduğunu beyan ediyorlar.
Zaten bu hususta Peygamberimiz’in hadis-i şerifleri de var.

Nahcivânî tefsiri, “Bu makam, en büyük makam olup bundan daha yüksek bir makam ve daha üstün bir derece yoktur” diyor.

EN BÜYÜK ÂLİM…

Velhasıl hangi tefsire bakarsanız bakın, bundan başka bir mânâ yok.
Ancak, yukarıda isimlerini zikrettiğim meşhur tefsirleri kaleme alan büyük âlimlerden daha büyük bir âlim(!) var ki, o hiç de bu tefsirlerin yazdıkları gibi söylemiyor.
Bütün tefsirlerin yazdıklarını bir çırpıda elinin tersiyle iten bu âlimimiz Mustafa İslamoğlu…
O, “Peygamberi aşırı yüceltme yanlışı” diye bir tez tutturmuş, onun peşinde. O, Peygamberimiz’e ait olup kendisinden yüksek başka bir makam bulunmayan Makam-ı Mahmud’u kabul etmiyor. Çünkü, ey yüksek makam olan Makam-ı Mahmud’un Peygamberimiz’in makamı olduğu söylenirse, ona göre Peygamberimiz aşırı yüceltilmiş olunuyor…

Ama neylersiniz ki, Kur’an-ı Kerim de Makam-ı Mahmud’dan bahsediyor.
Olsun… Varsın bahsetsin!.. İslamoğlu için kaçamak mı yok. O buna da bir izah giydiriveriyor.

Peygamberimiz’in “Habibullah / Allah’ın en sevgili kulu” olduğuna inanan Müslümanları, “Aşırı yüceltmeci” olarak suçlayarak bakın neler yazıyor:
“Aşırı yüceltmeci gelenek, bu anlamda birçok terimi kavramlaştırmıştır. Bunların başında, iki terimden oluşan “Makamen Mahmûdâ” Kur’ânî ibâresi gelir. Bu iki sözcüğün ilki bir cümlenin nitelenen tümleci, ikincisi de onun niteleyenidir. İkisi birden sıfat tamlamasıdır. İlk anlamı “Övgüye lâyık bir konum”dur.”

Değerli okuyucu!

Burada durup, ilmî Arapçayı bilenlere soralım:
İslamoğlu, “Bu iki sözcüğün ilki bir cümlenin nitelenen tümleci, ikincisi de onun niteleyenidir” diyor.

Aman Allahım!

Ne neyi niteliyor, ne neyi iteliyor?
Yâ ehle’l ‘ilm! Ey ilim sahipleri!

İlimden behresi olan bir kimse böyle söyler mi hiç?
İnsana gülerler; “Bunun hiç mi ilmî ifade tarzı yok da tümleç-mümleç diyor” demezler mi?

İlmî ifade tarzı var olmaya var da, o kullanamıyor işte.
Neyse, biz Bay İslamoğlu’nun âyete verdiği mânâya geçelim. İşte verdiği mânâ:
“Ve gecenin bir vaktinde kalkıp kendi isteğinle yaptığın bir ilâve olarak namaz kıl; ki böylece Rabbin seni belki (ötede) övgüye lâyık bir konuma yükseltir.”
Verdiği mânâda “belki” kelimesi geçiyor ki, bu mânâ yanlış.

Hazreti Allah’ın, Peygamberimiz’i ötede övgüye lâyık bir konuma yükselteceğinde şüphe mi var kı “Belki” mânâsı veriyorsun?
Bi kere, âyette Hazreti Allah’a izafeten geçen “Asâ” kelimesine “belki” değil “muhakkak” mânâsı verilmeliydi. Çünkü, “Umulur ki” mânâsına gelen Âsâ” kelimesine, Allah’a izafe edildiği zaman, ilmî kâide olarak “Muhakkak” mânâsı verilir.

Bu kadarcığını, ilimden azıcık nasibi olan herkes bilir de ne yazık ki müfessir(!) İslamoğlu bilmiyor.

MÜFESSİRE(!) AYIP DEĞİL Mİ?..

Ama ayıp olmuyor mu? İnsan, Kur’an tefsirciliğine heveslenmeden önce bu kâideleri öğrenmeli değil midir?
Bay Yazar madem bilmiyor, hiç olmazsa herhangi bir tefsire bakıverseydi, âyete böyle yanlış mânâ verme hatasına düşmezdi. Ama onun, Muhammed Esed’inkinden başka örnek aldığı bir tefsir yok ti örnek alsın. Ona da zaten kendi hazırladığını benzetmek için bakmış…
Neyse…

Biz onun verdiği mânânın yanlışlığını ve tatsız-tuzsuzluğunu bir tarafa bırakalım da âyette geçen “Makam-ı Mahmud” ibâresiyle ilgili yazdıklarına bakalım. Şöyle diyor:

“Fakat ibâre, bağlamından kopartılarak zamanla kalıplaşmış, daha sonra da kavramlaşmıştır: ”Makam-ı Mahmud…”

Yani Makam-ı Mahmud diye bir makam uydurulmuştur demek istiyor. Fakat bununla da yetinmeyip bu sefer de dalga geçer gibi şöyle diyor:
“Hatta, ikinci kelimenin Resûlüllah’a atfedilen bir isim olduğunu da dikkate alırsak, âdeta isimleşmiş olan kalıp, biraz ironik de olsa, “Mahmudun Makamı” anlamına taşınmıştır.”

Gördüğünüz gibi, “Makam-ı Mahmud” gerçeğini, gerçek mânâsından çıkarıp başka bir mecraya çekerek tevil ediyor. Hem de dalga geçerek

**

Yazarımız, Peygamberimiz’e salevat okuma meselesini ele almasa vazifesi eksik kalırdı. Onun için, Ahzab sûresinin Peygamberimiz’e salevat getirmekle ilgili olan 56. âyet-i kerimesini ele alıyor. Âyete kendi üslubuna göre mânâ verip değerlendirmeler yaptıktan sonra, sözü Peygamberimiz’e getirilen salât ü selamların çeşitliliğine getiriyor. Esas söyleyeceğini de Müslümanların çok rağbet ettiği Salât-ı Terfîciye/Nâriye üzerinden söylüyor:

“İlginç olan, bu âyete (salevât âyetine) dayanarak daha sonra ortaya çıkan mebzul miktarda “salevat” kültür ve edebiyatıdır. Bunlar arasında Salat-ı Tefriciye gibi, ne senet ne de metin açısından hiçbir sıhhati (doğruluğu) bulunmayan…” diye devam edip gidiyor…
Gitsin bakalım gideceği yere kadar…

İBRETLİK…

Şimdi, siz değerli okuyucularımıza ibretlik bir durum arz edeceğim.
Mustafa İslamoğlu’nun Üç MUHAMMED kitabı, “İNDİRGEMECİ PEYGAMBER TASAVVURU” kısmında, peygamberlik makamını olması gerekenden daha aşağı kabul eden Sâbiîleri ele alıyor ve onların, peygamber anlayışını aktarıyor.

Şehristânî’nin kaleminden aktardığı Sâbiî peygamber anlayışı şöyle:
“Peygamberler de, tür açısından bizimle eşittirler. Fizikî açıdan bize benzemektedirler. Maddî alanda bizimle ortak, bizim yediklerimizden yiyen, bizim içtiklerimizden içen, fizyonomik açıdan paydaş olduğumuz, bizim gibi ölümlü insanlardır. Şu halde, biz onlara neden itaat edecekmişiz? Bizim onlara bağlanmamızı zorunlu kılan hangi özellikleri vardır?” (Sahife: 145)
Gördüğünüz gibi, bu sözlerin sahipleri peygamberleri kendileri gibi gördükleri için onları itaat edilecek ve uyulacak kimseler olarak görmemektedirler. Sayın İslamoğlu, imanla bağdaşması mümkün olmayan bu ifadelere tabii ki katılmıyor.

Buraya kadar normal.

Ammaaa işin bir de başka yönü var. O da şu:
Sayın yazar, kitabının 28. sahifesinde hayret edilecek bir şey yapıyor. Sâbiîlerin yukarıdaki satırlarda okuduğunuz yanlış peygamber inançlarına sahip olan birini o sahifede övüyor.
Bakın anlatayım…

İslamoğlu, 28. sahifede ilk önce bir âyete mânâ veriyor. Bu âyet, Kehf sûresinin 110. ve Fussilet sûresinin 6. âyetidir.
Bu âyete verdiği mânâ şöyle:
“De ki: Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor.”

(Yazar, her zaman olduğu gibi burada da bir yanlışa düşüyor. Âyette karşılığı olmadığı halde, mânâ verirken meâle ölümlü kelimesini ilave ediyor. Buna işaret edip esas meselemize geçelim.)

Yukarıdaki mânâyı verdikten sonra, hayranı olduğu Musa Cârullah’ı övgü ile anarak şu satırları yazıyor:

“Musa Carullah (1874-1949) bu âyeti yorumlarken şu sarsıcı tesbiti yapar: “Bu âyette Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor. Öyleyse ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir. Bu varılacak en yüksek kemal mertebesidir.” (Sa: 28)

Biz de önceki sahifelerde yazdığımız bir gerçeği burada tekrar edelim:
Şimdiki Rusya Baş Müftüsü Talat Tacettin’in ifadesine göre, Musa Cârullah, Rusya’da komünist ihtilal yapan Lenin’e destek veren adamdır. Bu bilgiyle ilgili şahitler hayattadır.

ŞİMDİ SÖZ BİZDE…

Evet şimdi söz bizde.
Yukarıda, sâbiîlerin peygamber inancını İslamoğlu’nun kendi naklinden okudunuz. Şimdi sâbiîlerin peygamber inancı ile Musa Cârullah’ın peygamber inancı arasında ne fark kaldı değerli okuyucular? Gördüğünüz gibi, iki inanç arasında bir fark yok

Çünkü, onlar da peygamberleri kendileri ile aynı seviyede görüyorlar, İslamoğlu’nun örnek âlim olarak gösterdiği Musa Cârullah da.
Sâbiîler, “Peygamberler de, tür açısından (insan olarak) bizimle eşittirler” diyor; Cârullah da, “Ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir” diyor.
Sâbiîler peygamberler hakkında, “bizim gibi ölümlü insanlardır. Şu halde, biz onlara neden itaat edecekmişiz?” diyorlar, İslamoğlu da âyete fazladan bir kelime ekleyerek, Peygamberimiz’in “Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım” dediğini kaydediyor.

Peki, İslamoğlu ve Musa Cârullah’ın bu cümlelerini okuyanlar, Sâbiîlerin dediği gibi, “Nasıl olsa peygamberler de bizim gibi imiş. Öyleyse bizim peygamberlere bağlanmamızı zorunlu kılan hangi özellikleri vardır?” derlerse bunun vebali kimin olacaktır?

Hem Cârullah hem de onu örnek gösteren İslamoğlu, “Öyleyse ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir” diyerek, okuyucularına diğer insanları Peygamberimiz’le aynı seviyede göstermiyor mu?

Cârullah daha da ileri gidiyor. Hem Peygamberimiz’e iftira ediyor hem de büyük bir yanlışa düşüyor.

“Bu âyette Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor” diyerek Peygamberimiz’e iftira ediyor.

Peygamberimiz, kendisinin de bir insan olduğunu söylemekle, peygamberlik makamını bir kenara bırakıp kendisini diğer insanlar seviyesinde göstermez. Zira arada diğer insanların erişmeleri mümkün olmayan peygamberlik makamı vardır.

Peygamberimiz böyle bir şey yapmadığı halde, “Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor” demek ona karşı yapılan açıkça bir iftiradır.

Gelelim yanlışına…

Cârullah’ın yanlışı yine aynı cümlesinde. O cümlesi şuydu:
“Bu âyette Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor.”
Şimdi, be câhil üstü câhil adam demeyelim de ne diyelim!
Âyet peygamber sözümü ki, bu âyette Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim etmiş olsun?
Böyle bir kimseye bir de âlim nazarıyla bakmaları yok mu, insanı hepten kahrediyor yani…

PEYGAMBERLER NİÇİN GELMİŞ?..

Değerli okuyucu!

Herkesin bildiği gibi, peygamberler insanlar üzerinde iki gayeyi gerçekleştirmek için gönderilirler: Îman ve amel.
Diğer bir ifadeyle inanç ve ibâdet…

Bir insan topluluğunda bu ikisi gerçekleşirse, o toplumda kendiliğinden soysal değişiklik de gerçekleşir.

Elimizdeki eşi menendi bulunmayan ÜÇ MUHAMMED isimli kitap ise, peygamberler hakkında eşi menendi bulunmayan daha değişik bilgiler veriyor. Diyor ki.

“Her peygamber , biri akîdevî (inanç) diğeri sosyal olmak üzere, iki amacı gerçekleştirmek için gelmiştir.” (Sa: 148)
Peki ibâdet nerede?

Akîdeyi anladık da ibâdet nerede?
Yok!!!

Peki ibâdetsiz din olur mu?
İbâdeti olmayan bir îman insanı cehennemden kurtarmaya kâfi mi?
Asla!!!

Öyleyse, yukarıdaki yanlışlığı şu şekilde düzeltmek bizim vazifemizdir:
Bütün peygamberler, hem doğru imanı/inancı gerçekleştirmek, hem de insanları Allah’a ibâdete yönlendirmek için gelmişlerdir.
Bunun tersine yanlış bilgiler vererek, Müslümanları yanlış düşüncelere yönlendirmenin lüzumu olmasa gerek!..

KULLANDIĞIM KELİMELERE BAK, NE DEDİĞİMİ ANLA…

İnsanlar, ya yazı veya sözle anlaşırlar. Onun için, başkalarına aktarılmak istenen bir fikrin anlaşılabilmesi için, kullanılan kelimeler muhatabın anlayacağı seviyede olmalıdır. Yoksa hiçbir işe yaramaz.
Gerçi kullanılan kelimeler anlaşılır seviyede olmadığı halde boşa gitmediği de oluyor. Çünkü bir söz veya yazı sadece muhataba bir şeyler aktarmak için değil, bazen de bir tavır sergilemek için kullanılır. O durumda da kullanılan kelimeler boşa gitmemiş, o tavrı sergilemek için konuşulmuş veya yazılmış olur.

Daha açık söyleyelim.

Bir yazar veya hatip, muhatabının anlayış seviyesini bildiği halde, bile bile onun anlayış seviyesinin üstünde bir üslup kullanıyorsa, onun gayesi karşısındaki şahıslara bir şeyler anlatmak değildir.
Ya nedir?

Onlara kendisinin bilgiç bir kimse olduğunu hissettirmek ve “Vay bee! Neler biliyor” dedirtmektir. Yoksa aklı başında bir kimseyse niçin anlaşılmaz kelimeler kullansın ki!
Dinî kitaplarda kullanılan kelimeler bellidir. Bu kelimelerle yapılan konuşmalar ve kaleme alınan yazılar, muhataplar tarafından kolayca anlaşılır.
Peki Peygamberimiz’le ilgili bir kitap okurken, “Semantik, hermetik, hermenötik, ideomatik, metaforik, ironik, ereksel, düalist, formelizm vb…” gibi kelimelerle karşılaşırsanız ne anlarsınız?
Tabii ki hiçbir şey.
Belki siz anlarsınız ama birçok kimsenin bu kelimelerden bir şey anlamayacağı açık.

Niçin?

Çünkü bu kelimeler İslâmî meseleleri anlatırken kullanılan kelimeler değil de ondan.

Gelin görün ki yazar Mustafa İslamoğlu ÜÇ MUHAMMED kitabında bu kelimeleri kullanıp okuyucularını bu kelimelerle baş başa bırakıveriyor. İşte o kelimelerin bulunduğu sahifeler: 111, 112, 113, 125, 144.
Niçin böyle yapıyor dersiniz?.

Tabii ki, “Bakın! Ben böyle kelimeleri de biliyorum” demek için değildir…
 
 
13.05.2013
 Ali Eren / Haberkita.com
 
 

Keine Kommentare:

Kommentar veröffentlichen