Donnerstag, 23. Mai 2013

Peygamberimiz'i bir hukuk definesi kabul etmek yanlışmış


Peygamberimiz'i bir hukuk definesi kabul etmek yanlışmış
Bir hayat nizamı olan İslam dininin ilgisiz kaldığı ve hüküm koymadığı hiçbir mesele yoktur. İslam dini her mesele için hüküm koymuş ve Müslümanların bu hükümlere uymalarını emretmiştir.

Onun için, İslamın müslümanlara, “Bu mesele benim ilgi alanım dışındadır. Bunu sen istediğin gibi hallet. Ben karışmıyorum” dediği hiçbir mesele yoktur.
Bu dini tebliğ ile vazifeli olan Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), 23 sene boyunca insan hayatıyla ilgili bütün meseleleri ashabına anlatıp öğrettiği gibi, bizzat yaşayarak da örnek olmuştur. Onun anlattıkları, öğrettikleri ve o güzel örnek hayatı, hadis ve sünnet olarak kitaplara geçmiş ve bizlere kadar da ulaşmıştır...

Dolayısıyla hadis ve sünnet, Kur’an-ı Kerim’in Peygamberimiz vasıtasıyla anlatımı ve yaşayış şeklidir. Bize düşen de buna uymaya çalışmaktır.
Cahiliye devrindeki İslam ve Kur’an muarızları, sözüne inanmadıkları Peygamberimiz’in şahsına itiraz ediyorlardı. Aynı zihnî yapıya sahip olan zamanımızdaki bazı kimseler de Peygamberimiz hayatta olmadığı için onun hadislerine itiraz ediyorlar. Ancak şu farkla ki, zamanımızdaki itiraz, o günkü gibi açıktan açığa değil, gizli ve kurnazca, Kur’an’a sahip çıkılıyor gözükerek yapılıyor.

Bunun açık misalini geçen asırdan beri Hindistan’da ve Hindistan’dan ayrılan Pakistan’da İngiliz tatbikatı olarak görmekteyiz.

Ancak, oralarda başlatılan bu menfur faaliyet, başlatıldığı yerle sınırlı kalmadı. İslam ve Kur’an düşmanı olan İngilizlerin, üzerini cilalayıp tatlı bir lokma olarak sundukları bu zehiri, maalesef diğer İslam ülkeleri de tattı ve tatmaya devam ediyor. Bu ülkelerdeki Müslümanlardan birçokları da bu zehirli lokmayı yuttu, yutuyor ve yutturuyor.

Bu aldatıcı zehir, “Allah’ın kitabı Kur’an bize yeter. Başka hiçbir şeye ihtiyaç yoktur” sözüdür. Bu sözün altında, hadis/sünnet, fıkıh ve tasavvufu inkâr planı yatmakta.

Oysa hadis/sünnet, fıkıh ve tasavvuf, hepsi her bir yönden Kur’an’ın yansımalarıdır.

Peygamberimiz’in hayatı/sünneti; Kur’an’ın emirlerinin eksiksiz hayata yansıması olup, hadisleri de Kur’an’ın izahıdır. Peygamberimiz’in sözleri / hadisler yani Resûlüllah’ın Kur’an’ı ve İslamı izahı kabul edilmezse, Kur’an nasıl anlaşılacaktır?

Hadis âlimlerinin Peygamberimiz’i anlatışı da kabul edilmelidir. Çünkü onlar reddedilince Peygamberimiz de anlaşılmaz.

Kaynağı âyet ve hadisler olan fıkıh da öyledir. Fıkıh olmayınca ibâdetler de yapılamaz.

Fıkıh âlimlerinin Peygamberimiz’i anlatımını reddetmek, Peygamberimiz’in anlaşılmasına da engeldir.

Bir de tasavvuf var. Bazılarının mistik hayat dedikleri tasavvuf reddedilirse, yine Peygamberimiz’i anlamakta bir cihet eksik kalır...
Gerçek bu...

İNGİLİZ TUZAĞINA DALANLAR VE DÜŞENLER…

Evet gerçek bu…
İngiliz planının bile bile tatbikçileri, bu tuzağı zaten benimsemişler. Onlar zaten bu tuzağın elemanları. Fakat bu tuzağa düşenler tehlikeyi göremiyorlar. Göremedikleri için de, hadis, fıkıh ve tasavvuf âlimlerini toptan reddediyorlar…

Halbuki, bu üçü yani hadis, fıkıh ve tasavvuf ortadan kalkınca, fiilen İslam dini de ortadan kalkmış olacaktır. İngilizlerin ve İslam düşmanlarının gayesi de zaten budur…

İslamın bu üç vaz geçilmezini büyük bir hırsla inkâr edenlerin, o hırsla arka arkaya mantık hatalarına ve vartadan vartaya düşmeleri ise ibretlik.
Meşhur sözdür: Hırsla kalkan zararla oturur…

Siz değerli okuyucularımıza; hadis, fıkıh ve tasavvuf âlimlerine karşı yapılan tipik bir itirazı aktaracağım.

Peygamberimiz’e itiraz nasıl doğrudan Kur’an ve İslama itiraz ise, Peygamberimiz’in “Benim ümmetimin âlimleri İsrail oğullarının peygamberleri gibidir” buyurduğu islam âlimlerine toptan itiraz da doğrudan Kur’an ve İslama itiraz olacaktır.

Çünkü hadis, fıkıh ve tasavvufa itiraz, İslamın üç boyutuna itiraz olur.
Konumuza girelim…

Din; insanın her hâl ve kâline, her söz ve hareketine müdahale ettiği için, peygamberler her konuda konuşmuş, dinin her konudaki hükümlerini bildirmişlerdir. Peygamberler dilsiz değillerdi. İnsanlara dinî meseleleri el kol hareketiyle değil konuşarak tebliğ etmişlerdir. Tabii ki Sevgili Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem de öyledir. O da her vesileyle İslamın hükümlerini ashabına konuşarak, anlatarak, yaşayıp göstererek bildirmiş ve bu vazife vefatlarına kadar tam 23 sene devam etmiştir. Peygamberimiz’in aynı vazifesi hadisleriyle hâlâ devam etmekte olup kıyamete kadar da devam edecektir.
Resûlüllah Efendimiz’in, konuşması icap ettiği halde konuşmadığı, yapması icap ettiği halde yapmadığı ve yanlış bir şey görüp de ikaz etmesi icap ettiği halde ikaz etmediği hiçbir mesele yoktur.

Ve onun sözleri –hâşâ- münasebetsiz ve durduk yerde bir konuşma değil, gerektiği yerde yapılan gerekli konuşmalardır. Çünükü, “O arzusuna göre konuşmaz. O(nun sözleri, ilhamdan ve) vahiyle bildirilenden başkası değildir.” (Necm sûresi, âyet: 3-4)

Hadis âlimleri, Peygamberimiz’in bütün söz ve tavırlarını eserlerinde bir araya getirmişlerdir.

Aklı sahibi herkes bilir ve kabul eder ki, hangi insan olursa olsun, bir insanın 23 senede zaman zaman yaptığı konuşmalar yazıya dökülürse, bu sözler büyük bir yekün teşkil eder. Hele konuşan zat bir peygamber ise, onun konuşması daha da çok olacaktır. Çünkü peygamberler, söylediklerine yer yer açıklama getirir, yer yer sorulan sorulara cevaplar verir, yer yer de geçmişe ve geleceğe ait bilgiler aktarırlardı.

Böyle olunca da haliyle diğer insanlardan daha çok konuşmuş olurlar. Bu durumda, bir peygamberin vereceği bilgilerin sıradan bir insanın konuşmalarından çok olacağı açıktır.

Zaten, çoğunlukla peygamberler konuşan, diğer insanlar ise onu dinleyen durumunda olurlar.

Hazreti Resûlüllah’ın bulunduğu mecliste, herkes susar o konuşurdu. İnsanlar sorar o cevap verirdi. Böyle olunca da haliyle onun mübârek ağzından çıkan sözler elbette büyük bir yekün teşkil etmiştir…

Gerçek bu iken, Müslümanlar içinde biri çıkar da, hadislerin çokluğuna itiraz ederse ona siz ne dersiniz?
Ne denilmesi icap ettiğini bir tarafa bırakalım da Müslüman câmia içinden hadis âlimlerini tenkit eden bir itirazcının garip bir itirazını nakledelim.

İTİRAZCININ İTİRAZINA BAKIN…

İtirazcı İslamoğlu’na göre, “Hadisçilerin peygamber tasavvuru (düşüncesi)” şöyle imiş:

“Hep konuşan bir peygamber. Görevi sanki sürekli konuşmak olan, hemen her meselede bir şey söyleyen, hakkında konuşmadığı konu hemen hemen hiç olmayan, durduk yerde münasebet gözetmeden söz söyleyen bir peygamber tasavvuru. Gerçekten garip bir tasavvur.” (Üç Muhammed, sa: 197)
Yazarın, bir taraftan abartılı bir taraftan iftira dolu olan bu cümlelerini teker teker ele alalım.

Hadis âlimleri Peygamberimiz’i güya, “Hep konuşan bir peygamber” olarak anlamış ve anlatmışlar.

Bi kere bu açık bir iftiradır. Çünkü Peygamberimiz’in hiç durup dinlenmeden, uyumadan, 24 saat boyunca, “Hep konuşan bir peygamber” olduğunu iddia eden hiçbir hadis âlimi yok…

Evet, yukarıda da söylediğimiz gibi, Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) peygamberlik vazifesi icabı, İslamın inanç, ibâdet, muâmelât ve ukûbât velhasıl bütün meselelerini elbette ki anlattı. Bunu yaparken tabii ki susmadı, gerektiği kadar da konuştu. Çünkü onun görevi her meselenin İslamî şeklini anlatmak, önüne gelen, kendine sunulan ve sorulan hiçbir meseleyi halletmeden bırakmamaktı. Öyle de yaptı ve vazifesini tam ve eksiksiz olarak yerine getirdi…

Zaten bir müslümanın, inandığı peygamber hakkındaki inancı da böyle olmalıdır. Ama Bay Yazar bu durumu nedense pek anormal görüyor ve itirazını şöyle dile getiriyor:

“Görevi sanki sürekli konuşmak olan, hemen her meselede bir şey söyleyen, hakkında konuşmadığı konu hemen hemen hiç olmayan” bir peygamber…
Ya ne olacaktı Beyefendi?

Peygamberimiz bazı meseleleri halletmeden muğlak mı bırakacaktı?
Ashabına, “Benim bu hususta söyleyecek bir sözün yok. Bana ne kardeşim, ne haliniz varsa görün. Sizin bütün meselelerinizi ben mi halledeceğim!” mi demeliydi?

Bu nasıl bir Peygamber inancıdır!

BİLE BİLE İFTİRA…

Siz, İslama göre, bir Müslümanın peygamber inancının böyle olmaması gerektiğini bilmiyor musunuz?

Bir Peygamber, her meselede tebliğ ettiği dine uygun şeyler söylemeyecek de, ne yapacaktı? Susacak mıydı?

Ama siz bu itirazınızla da kalmıyor, hadis âlimlerinin, “Durduk yerde münasebet gözetmeden söz söyleyen bir peygamber tasavvuru” kabul ettiklerini söyleyerek bu Müslüman âlimlere iftira ediyor, bununla da yetinmeyip kendi iftiranızı gerçek kabul ederek “Gerçekten garip bir tasavvur” diyorsunuz.

Bay İslamoğlu!

Garip olan, hadis âlimlerinin tavrı değil, esas sizin “gerçekten garip bir peygamber tasavvuru” demenizdir.

Peygamberimiz’i, “Durduk yerde münasebet gözetmeden söz söyleyen bir peygamber” olarak anlatmak, -hâşâ- Peygamberimiz’i münasebetsiz bir kimse olarak göstermektir.

Söyler misiniz, bu terbiyesizliği ve alçaklığı hangi hadis âlimi yapmıştır?
Allah’tan korkan insan, asırlardır Peygamberimiz’in hadislerini bizlere ulaştıran hadis âlimlerine iftira ederken biraz irkilir.

On parmağına on kara sürerek iftira yapmadan önce, iftira günahının cehennemdeki cezasını düşünür…

İftira ettiğinizi ve müfteri olduğunuzu kabul etmiyorsanız, kimin Peygamberimiz’i “Durduk yerde münasebet gözetmeden söz söyleyen bir peygamber” olarak anlattığını açıklamaya mecbursunuz. Yoksa bu yaftadan kurtulmanız mümkün olmayacaktır. Bu dünyada olsa âhirette olmayacaktır.

NİÇİN BÖYLE YAPIYOR?..

Değerli okuyucular, meseleyi toparlayalım!

Üç Muhammed kitabının yazarı Mustafa İslamoğlu’nun, hadis âlimlerine attığı bu iftiranın sebebini açıklayayım:

Yazar, yukarıda aktardığım yanlış satırlarından önce, kitabının aynı sahifesinde 6 madde halinde hadis kitaplarında geçen hadislerin sayılarından bahsediyor. Hadis kitaplarında tabii ki milyona varan hadis var.
Sayın yazarın aklı bu kadar hadisin varlığını kavrayamıyor. Kavrayamadığı için de bu kadar hadisin varlığını ka-bul-le-ne-mi-yor.

Yani sizin anlayacağınız, itiraz ve iftirasını onun için yapıyor.
Belki diyeceksiniz ki, “E canım, anlayamıyorsa kabul ediversin. Bu zamana kadar yüzbinlerce âlim bir şey dememiş de itiraz Mustafa İslamoğlu’na mı kalmış!”

Demek ki öyle…

Demek ki şimdiye kadar gelip geçmiş âlimlerin hiçbiri bunun farkında olamamış da bir o olmuş…
En iyisi bunu kendisine sormak…

Sormaya soralım da hangi birisini soracaksınız!
Bay Yazar’ın durup duracağı yok ki!

Sadece hadisçilere itiraz etmiyor ki. Fıkıhçılara da itiraz ediyor.
Onlar hakkında da diyor ki, “Sanki bu yaklaşım sahiplerinin gözünde Hz. Peygamber, bir hukuk definesidir.” (Sa:198)
Ya nedir peki?

Hazreti Resûlüllah her ilmin hazinesi değildir de nedir!!!!!
(Fıkıh, hukuk manasına da geliyor. Onun için hukuk kelimesini kullanıyor.)
Allahın, kendisine gelmiş ve geleceklerin ilmini verdiği Kâinatın Efendisi hukuk definesi değil de, ondan 14 asır sonra gelen zıpırlar mı hukuk definesidir?
Bay İslamoğlu! Ya siz nasıl biliyorsunuz Resûlüllah’ı?
İnsanlık her şeyin en iyisini ve en doğrusunu O’ndan öğrenmeye muhtaç değil midir?..

Değerli okuyucu!

Yukarıdaki itirazı yapan yazar, bir sahife sonra anlattığı bir hadisenin arkasından kullandığı bir cümleyle, tam zıt bir tavır sergileyerek kendi sözlerine ters düşüyor.

Anlattığı hadise şu:

Peygamberimiz zamanında ashabtan bir kısmı sefere çıkmış. Seferde, içlerinden birinin kafasına taş değip kafası yarılmış. Sonra bu zat cünüp olmuş. Yanındakilere, “Teyemmüm yapıp yapamayacağını” sormuş. Onlar da suyu kullanabilecek durumda olduğunu ve teyemmüm yapmasının câiz olmayacağını söylemişler. O zat da su ile gusletmiş, ama sonunda vefat etmiş.
Bu hadiseyi duyan Peygamberimiz buyurmuş ki,

“Yıkılıp ölesiceler; onu öldürdüler. Hadi bilmiyorlardı diyelim, o zaman soramazlar mıydı”

İslamoğlu’nun anlattığı hadise bu. Buna bizim itirazımız yok, olamaz da…

BİRİ DERSE Kİ…

Bizim itirazımız yok ama biri çıkar da, “Ey İslamoğlu! Sanki bu yaklaşım sahiplerinin gözünde Hz. Peygamber, bir hukuk definesidir” diyordunuz. Peygamberimiz öyle değilse, peki o seferdeki zatlar, “-Hâşâ- Bir hukuk definesi olmayan bir peygambere mi soracaklardı?” derse, Bay yazar ne cevap verecek acaba?..

Sayın Yazar yazılarına devam ederken kurnazlığı da elden bırakmıyor. Kurnazlığını anlatayım:

Hani İslama ve Müslümanlara dil uzatan bazı kimseler vardır. Kendilerince kurnazlık yaparak, “Biz İslama değil şeriata karşıyız” derler, “Biz Müslümanlara değil İslamcılara karşıyız” derler ya. Bay Yazar da onlar gibi yapıyor. Fakıh(fıkıh âlimi) olanları değil fıkıhçı olanları tenkit ettiğini söylüyor. Açık vermemek için, “İslam medeniyeti “fıkıh medeniyeti”dir” demeyi de ihmal etmiyor. İlâveten, “İslam toplumu için fıkıhsızlık sadece hukuksuzluk değil, aynı zamanda hayasızlıktır” diyor.

Bu sözü elhak doğrudur. Ama sormadan geçemeyiz:

Peki, sizin tâbî olduğunuz fıkıh hangi mezhebin fıkhıdır?

Hanefî olduğunuzu söylediğiniz halde Hanefî fıkhına niçin uymuyorsunuz?
Bir kimsenin, bağlı olduğunu söylediği mezhebin fıkhına uymaması fıkıhsızlık olmaz mı?

Hanefî değilseniz, fıkhınız hangi fıkıh?

Niçin şiîleri herkes gibi şiî kelimesiyle anmıyor da, onların şiîliklerini gizleme gayretiyle, “Ehl-i beyt imamları, ehl-i beyt mektebi, ehl-i beyt ekolü” gibi gizleme ifadeleriyle anıyorsunuz?

Ehl-i sünnet imamları, ehl-i beyt imamı değil de ehl-i beyte karşı mıdırlar?
Hepsi neyse de, fıkıh âlimlerini, “Sanki bu yaklaşım sahiplerinin gözünde Hz. Peygamber, bir hukuk definesidir” sözleriyle tenkit ediyorsunuz. Peki bu ne demek?

Hz. Peygamber bir hukuk definesi değil de ya kim hukuk definesidir?
Sizce, Hz. Peygamber bir hukuk definesi olmadığına göre, İslamda da halledilmemiş hiçbir mesele olmadığına göre, Resûlüllah’dan da üstün olup bütün meseleleri halleden hukuk definesi kimdir?

AĞZINDAKİ BAKLAYI ÇIKARIYOR…

Değerli okuyucu?

Yazar’ın yukarıdaki satırlarını okuyunca aklınıza, “Bu zatın gayesi ne, ne yapmak istiyor, nereye varmak istiyor?” gibi sorular geliyor değil mi?
Kullandığı ifadeleri dikkatli okursanız, gaye ve hedefini anlamakta zorlanmıyorsunuz.

Herkesin bildiği gibi, Müslümanlar asırlardır ibâdetlerini 4 mezheb imamının tedvin ettiği fıkhî ölçülere göre yerine getiriyorlar. Ve inanıyorlar ki, bu mezheblerin hükümleri sadece bir asra göre değil bütün zamanlara göredir.
Ama Bay İslamoğlu öyle demiyor. Nihayet ağzındaki baklayı çıkararak şöyle diyor:

“Başta İmam Ebû Hanife ve İmam Mâlik olmak üzere büyük imamlar, sünnet ve hadis mirasını kendi çağları için geçerli bir hayata dönüştürmenin yollarını aramışlardır.” (Sahife: 200)

Şimdi anlaşıldı mı gayesinin ne olduğu, ne yapmak istediği, nereye varmak istediği?

Demek ki ona göre, Mezhebler sadece mezheb imamlarının çağları için geçerli imiş…

Şimdi faş oldu mu Mustafa İslamoğlu’nun sünnet / hadis ve fıkıhçılara karşı çıkmasındaki gayesi?

İyi ama o zaman da akla şu soru geliyor değil mi:

Diyelim ki İslamoğlu’nun dediğine uyduk, mezheblerin sadece kendi çağlarında geçerli olduğunu kabul edip mezhebleri bıraktık. Peki ibâdetlerimizi neye ve kimin tarifine göre yapacağız?
Canım o da iş mi değerli okuyucu?
Şu sizin düşündüğünüze bakın hele? Hâlâ anlamadınızsa yazık…
Hadis, fıkıh ve tasavvufçulara karşı çıkan böyyük zamane âlimleri ne güne duruyor?

Onlara uyacaksınız işte…

EN GÜZEL ÖRNEK: RESÛLÜLLAH…

Değerli okuyucu!

Yukarıdan beri yazdıklarımızı okuyup da hâlâ ağzınız açık kalmadıysa, buyurun İslamoğlu’nun bir de şu cümlelerini okuyun:
“Hz. Peygamber’i her davranış ve sözünü yasa ya da norm olarak ortaya koyan formel bir değere indirgeyen bir damar hep olagelmiştir.” (Sa. 200-201)
Gördüğünüz gibi, Bay Yazar, Hazreti Peygamber’in her davranış ve her sözünün yasa ve norm olarak kabul edilmesini de ka-bul-le-ne-mi-yor.
Yasanın kanun demek olduğunu biliyorsunuz. Norm ise, “Davranış prensibi, ölçü, kural, nizam” demek.

Yazara bakarsak, Peygamberimiz’in her söz ve davranışını ölçü ve kural olarak almamız yanlış. Ona göre demek ki, Peygamberimiz’in davranış ve sözlerinin bazısını alıp bazılarına kayıtsız kalmalıyız.

Efendim herkes kendi kabulünü ortaya koyuyor. Ne yapalım, demek ki yazarın kabulü de böyle işte.

O öyle söylüyor da, Peygamberimiz’in söz ve davranışları karşısında nasıl hareket etmemiz icap ettiği hakkında acaba kâinatın sahibi olan Hazreti Allah ne buyuruyor?

Kâinatın sahibinin emri işte şu:

“Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasak ettiyse ondan da vazgeçin.” (Haşr sûresi, âyet: 7)

Öyleyse, Mustafa İslamoğlu değil kim ne derse desin, bizim için her hareketine uyulacak tek örnek Sevgili Peygamberimiz’dir. O ne derse biz ona uyarız neyi de yasaklamışsa ondan da kaçınırız. Çünkü rabbimiz onu bize örnek insan olarak bildiriyor:

“Allah’ın resûlünde sizin için pek güzel bir örnek vardır.” (Ahzab sûresi, âyet: 21)

Öyleyse biz, başkalarına değil en güzel örneğe uymaya çalışacağız...


Ali Eren/Haberkita.com

17.05.2013

Keine Kommentare:

Kommentar veröffentlichen