Freitag, 31. Mai 2013
Dienstag, 28. Mai 2013
Resulüllah'ın üstünlüğüne tahammülsüzlük örnekleri
Îman ve ibâdet bakımından Allah’ın kulları kademe kademedir.
İnsanların inananı var inanmayanı var.
İnanmadığı halde inanmış görüneni var, inandığı halde bazı sebeplerle imanını gizleyeni var.
İnananlar içinde ibâdet edeni var, etmeyeni var.
İbâdet edenler içinde ihlaslı (samimi) olanı var, riyâkârı, gösteriş için yapanı var.
İbâdet ehli içinde aşağı derecede olanı var, yüksek derecede olanı yani gerçek mânâda Allah dostu olanı, veli/evliyâ olanı var.
Veliler içinde sıradan evliyâ olanlar var, sayıları çok az da olsa mürşid-i kâmil olup insanları irşadla vazifelendirilmiş, varlıklarıyla Müslümanların bahtiyar olduğu nâdir kullar var…
Bu sınırı geçtikten sonra da çalışmakla kazanılamayan peygamberlik makamı var ki, o tamamen Allah vergisi ve Allah’ın seçimiyledir.
Bir kimse ne kadar ibâdet ederse etsin ve derecesi ne kadar yüksek olursa olsun, kendi çalışmasıyla mürşid olamayacağı gibi peygamber de olamaz. Mürşidlik de peygamberlik de Allah’ın seçmesi ve tayiniyledir.
Nitekim, Tâhâ sûresi 13. âyette, Hazreti Allah Mûsâ Aleyhisselam’a, “Ben (peygamberliğe) seni seçtim” buyuruyor. Bu husustaki başka bir âyet de A’raf sûresinin 144. âyetidir.
Yani peygamberlik Allah’ın seçimi ve tayiniyledir. Nitekim Peygamberimiz’in bir ismi de “Mustafa” dır ki “seçilmiş” demektir.
Diğer insanlar gibi peygamberler arasında da farklılıklar ve dereceler vardır. Nitekim Rabbimiz, Bakara sûresi 253. ve İsrâ sûresi 55. âyetlerde “Peygamberlerin bazısını bazısından üstün kıldığını” haber veriyor.
Peygamberler içinde (Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Peygamberimiz gibi) yeni bir şeriat getirenler de var, kendisinden önce gelen veya kendisiyle aynı zamanda yaşayan bir peygamberin şeriatını tebliğ edenler de var. (Hazreti İsmail ve Hazreti Lut gibi)
ULÜ’L-AZM PEYGAMBERLER…
Yine peygamberler içinde ulü’l azm peygamberler var ki, onların dereceleri diğer peygamberlerden üstündür. –Meşhur görüşe göre- bu peygamberlerin sayısı 5 olup şunlardır:
Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Muhammed Mustafa aleyhimüsselam.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) ulü’l azm peygamberler içinde Makam-ı Mahmudun sahibidir. Makam-ı Mahmud makamların en üstünüdür.
Peygamberimiz, (s.a.v.) hem âlemlere rahmet hem de bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmiştir. Nitekim, onun üstünlüğü ve farklılığı hakkında Enbiyâ sûresi 107. âyette “Habibim! Biz seni âlemlere ancak bir rahmet olarak gönderdik,” Sebe sûresi 28. âyette “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı (bir peygamber) olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler,” İnşirah sûresi 4. âyette de “Senin şanını yükselttik” buyuruluyor.
Onun Kur’an-ı Kerim tarafından bildirilen bu üstünlüğünü bil(e)meyen ve kabul edemeyenlerden olmaktan Allah’a sığınırız…
Peygamberlerin, diğer insanlardan farklı ve Allah’ın seçkin kulları olduğunu hepimiz biliyoruz. Bahsettiğimiz âyetlerden, Peygamberimiz’in hem âlemlere rahmet, hem de –diğer peygamberler gibi belli bir topluluğa değil- bütün insanlığa peygamber olarak gönderildiğini ve onun şanının bizzat Allah tarafından yüceltildiğini, dolayısıyla diğer peygamberlerden farklı bir mevkiye, en üstün makam olan Makam-ı Mahmud’a sahip olduğunu biliyoruz.
Peygamberimiz’in üstünlüklerine, aynen âyetlerde bildirildiği şekilde inanmak îmanın hem şartı hem gereğidir.
Peygamberimiz nesil olarak da seçkin bir sülâleden geliyordu. Bu seçkinlik, Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED kitabının 96. sahifesinde de Beyhakî, Taberânî ve Ebû Nuaym’dan İbn-i Ömer’in rivayetiyle nakledilmektedir. İslamoğlu’nun kitabına aldığı bu nakil doğrudur. Bu nakle göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
“Allah varlığı yarattığında yaratıklar arasında Âdemoğlunu seçti. Âdemoğulları arasından Arab’ı seçti, Arab’dan Mudar’ı seçti, Mudar’dan Kureyş’i seçti, Kureyş’den Haşimoğullarını seçti, beni de Haşimoğulları arasından seçti; o halde ben hayırlı başlangıçtan çıkan hayırlı sonucum.” (Eş-Şifâ, 1/83; Hasâis-ı Kübrâ 1/38)
ÜÇ MUHAMMED kitabında nakledilen bu hadis-i şerifte bildirildiği gibi, sevgili Peygamberimiz şerefli bir sülâleye mensuptu. Biz Müslümanlar bunu böyle bilir böyle inanırız. Çünkü bu husus bizzat Peygamberimiz’in hadis-i şerifiyle bildiriliyor. Hadis-i şerifte bildirilen bir şeye itiraz ise doğrudan doğruya Peygamberimiz’e itiraz olur.
BUNA RAĞMEN HADİS-İ ŞERİFE İTİRAZ…
Aaa o da ne! Yukarıdaki hadis-i şerifi kitabına alan İslamoğlu, meğer bu hadis-i şerifi Peygamberimiz’in üstün bir sülâleye mensup olduğunu anlatmak için değil, buna itiraz için almış.
Bakın ne diyor:
“Hazreti Peygamber’in…. engin tevazuuyla taban tabana zıt olan bu haber, onun ırkçılığı ve kabileciliği çağrıştıran her kokudan nefret eden anlayışına da aykırı değil mi?” (Sa: 96)
Allah Allah! Adamcağız, Peygamberimiz’in bu sözünü tevazuuyla taban tabana zıt ve kibirlilik olarak görüyör.
Artık bu kadarı da olmaz yani. Çünkü, Peygamberimiz’in, ırkçılık ve kabileciliği çağrıştırıcı şekilde konuştuğunu söylemek, haddini aşmaktan da öte bir şey artık.
Bu zat açıktan açığa, Peygamberimiz’in yukarıdaki sözündeki ifadeyi tevazuuya zıt, kibre uygun görerek, bir çırpıda itirazı basıyor ve doğrudan doğruya hadis-i şerife vurmaya çalışıyor.
Peygamberimiz (s.a.v.) eğer şerefli bir sülâleden gelmişse –ki elbette öyledir- bunu ashabına söylemesinden daha normal ne olabilir.
Ama nasıl oluyorsa, Peygamberimiz’in şerefli bir sülâleden geldiğini bildirmesi İslamoğlu’na göre ırkçılık oluyor. Bu ırkçılık suçunu işleyen(!) de tabii ki Peygamberimiz...
Böyle bir değerlendirmeye giden bir kimsenin, hadisleri reddeden Yaşar Nuri Öztürk’den bir farkı, bir eksiği kalır mı?
HAZRETİ ÂDEM VE HAZRETİ İBRAHİM MİSALİ…
Hepimizin bildiği gibi, Hazreti Allah Âdem Aleyhisselam’ı diğer varlıklardan üstün kıldı ve nurdan yarattığı meleklerin ona secde etmelerini emretti.
Var mı buna bir itiraz? Yok…
Meselâ Âdem Aleyhisselam, bu gerçeği anlatmak için “Allah meleklerin bana secde etmelerini emretti” deyince –hâşâ- tevazuya zıt mı hareket etmiş olacaktır?
Herkes gibi Peygamberimiz (s.a.v.) de Âdem Aleyhisselam’ın neslinden geliyor. Ama Kabil’in değil Hâbil’in neslinden, yani şerefli taraftan…
Aynı zamanda da Halilullah/Allah dostu olan Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail neslinden…
Kendisinin böyle şerefli bir soydan geldiğini söylemenin, tevazuuya ters bir tarafı mı var ki Peygamberimiz’in sözü “kabileciliği çağrıştıran bir söz” olarak ele alınsın?
Peygamberimiz’in Habîbullah/Allah’ın sevgilisi olduğu gibi, İbrahim Aleyhisselam da Halilullah’tır, Allah dostudur. Meselâ İbrahim Aleyhisselam, “Allah başka kimseyi değil, kendisine beni halil/dost edindi” demekle –hâşâ kibirlenmiş ve tevazuuya zıt mı hareket etmiş olacaktır?
Peygamberimiz’in, soy-sop bakımından Âdemoğullarının en üstünlerinin devamı olarak, İbrahim ve İsmail Aleyhimesselamın şerefli neslinden devam eden Hâşimoğullarından gelmiş olması, târihî bir gerçek değil mi?
Bir müsülüman, bu tarihî gerçeğin Resûlüllah tarafından dile getirilmesini nasıl olur da kabilecilik olarak değerlendirir?
Bir Müslüman, bu gerçeği bildiren hadis-i şerifi reddetmek pahasına nasıl böyle bir suçlamaya gidebilir?
Ancak Hıristiyan müsteşriklere/oryantalistlere yakışan bu itiraz, asla bir müslümana yakışmaz.
Nakledilen hadis-i şerifte Resûlüllah Efendimiz’in, “Var mı benim gibi şerefli bir kabileye mensup olanınız!” diyerek -hâşâ- övündüğü, böbürlendiği, kibirlendiği mi rivayet ediliyor ki, bu hadis-i şerif kabilecilik olarak anlaşılsın?
Bir Müslüman nasıl böyle bir değerlendirmeye gidebilir?
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) hadis-i şeriflerinde, “Mahşer günü ilk dirilecek olanın kendisi olacağını ve âhirette şefaat-ı uzmânın / büyük şefaatın kendisine verileceğini” de haber veriyor. “Cennete girecek olanların mahşerde 120 saf olup bunun 80 safının ümmet-i Muhammed olacağını” da haber veriyor.
Şimdi bunları da mı tevazuuya zıt kabul edeceğiz? Bunları –hâşâ- böbürlenme, övünme, kibirlenme mi kabul edeceğiz?
İslamoğlu’nun, bunlara ne diyeceği ve bunları da tevazuuya zıt görüp görmediği cidden meraka değer…
Bu hususta ne diyeceğini bilmiyorsak da Peygamberimiz’le ilgili bazı meselelere itiraz ettiğini kendi kitabındaki yukarıdaki satırlarından ve aşağıda okuyacağınız satırlarından biliyoruz.
ŞUNLARA DA İTİRAZ EDİYOR…
Bay İslamoğlu’nun kitabında itiraz ettiği, Peygamberimiz hakkındaki bazı gerçekler şunlar:
“Resûlüllah güreşte bir numaraydı. Koşuda bir numaraydı.”
“Dil ve dilin diyalektlerini (lehçe) bilmede bir numaraydı.”
“Gözleri herkesten ayrı olarak gece de gündüz gibi görüyordu.”
“Bir yere oturduğu zaman omuzları herkesin omuzlarından yukarı olurdu.”
“Resûlüllah ne aşırı uzun boylu ne de kısa boyluydu. O orta boylu olmasına rağmen iki uzun boylunun arasında yürüdüğü zaman onlardan uzun görünürdü.”
“Gölgesi yere düşmezdi.”
Tefsirci(!) İslamoğlu’nun içi işte bunları bir türlü almıyor. Oysa bunların hepsi, sevgili Peygamberimiz’i dünya gözüyle gören ashabı kiramın anlattıklarıdır.
Ashab-ı kiram, Resûlüllah Efendimiz’in peygamberliğiyle ilgili her hususu bize naklettiği gibi, maddî vücudundaki üstünlükleri de nakletmiştir. Onlar Peygamberimiz’in bu vasıflarını anlatmamış olsalardı, sonradan gelen bizler, “Acaba Resûlüllah efendimiz nasıldı?” diye merak etmeyecek miydik?
Müslümanca yaşamadığı için Müslümanların hallerini anlayamayanlar şunu iyi bilmeliler ki, İslam toplumu her şeyi Resûlüllah’ın sadece maddî / fizîkî vücudunda aramış değillerdir. Aksine onun getirdiği mesajı gayet iyi anlamış, o mesajı hayata dönüştüren iman, ahlâk, kavrayış ve derin düşünme yeteneğine daima sahip olmuşlardır. Bunun şahidi 14 asırlık İslam tarihidir.
Her şey güneş gibi açık ve ortada iken, Mustafa İslamoğlu hâlâ şöyle diyebiliyor:
“Hz. Peygamber’in “özellik” ve “yüceliğini”, onun getirdiği mesaj ve o mesajı hayata dönüştüren iman, ahlâk, kavrayış, derin düşünme yeteneği ve onları pratize etmedeki muhteşem yaklaşımıyla açıklamak dururken, onun fiziğinde aramaya başlaması elbette bir anlama problemidir.” (Sa: 98)
ACABA PROBLEM KİMDE?..
Değerli okuyucular! Ortada bir anlama problemi var ama acaba kimde?
Resûlüllah Efendimiz’in bu harikulâde vasıflarını kitaplarına alarak bizleri bu konularda bilgilendiren eski âlimlerimizde mi, yoksa onları tenkit eden yazar olaçıkagelmiş olan bugünkü yazarcıklarda mı?
Bay İslamoğlu haddini o kadar aşıyor ki, “Üstünlüğün Peygamberimiz’in maddî fiziğinde arandığını” söyleyerek Kadı İyaz ve İmam Süyûtî gibi dev âlimleri bile tenkide yeltenebiliyor.
Bilmiyor ki,
“Peygamberimiz’in gözlerinin gece de gündüz gibi görmesi,
Bir yere oturduğu zaman omuzlarının herkesin omuzlarından yukarı olması,
Aşırı uzun boylu da kısa boylu da olmayıp orta boylu olmasına rağmen iki uzun boylunun arasında yürüdüğü zaman onlardan uzun görünmesi,
Ve gölgesinin yere düşmemesi” gibi haberler, onun maddî vücudunda aranan üstünlükler değil, her biri birer mûcizedir. Gel gör ki, tenkitçi Bay Yazar mûcize diye bir şeye inanmıyor ki bu mûcizeleri kabul edebilsin…
Bazen hızını alamayıp üslubunu sertleştirdiğinde ise tamamen irtibatsız şeyler döktürüyor.
Meselâ Ahzab sûresi 21. âyet-i kerimenin meâlini vermiş:
“Sizin için Allah Elçisi’nde güzel örneklik vardır.” ( Sa: 40)
Ondan sonra şu minval üzere verip veriştiriyor:
“(Hz. Peygamberin) Teri, cinselliği, idrarı, boyu, gücü hakkında nakledilen bu rivayetlerin, bu âyetin gösterdiği örneklikle ne alâkası vardır?”
Bay İslamoğlu ne söylediğinin farkında mı acaba? Biraz mantıklı olsa ya! Kendisine soruyoruz:
1- İftira etmiyorsanız söyler misiniz, bu hususlarda Peygamberimiz’i kim örnek almış?
2- Örnek alınmak istense bile, zaten bu saydıklarınızın örnek alınması mümkün müdür?
Meselâ bir kimse Peygamberimiz’in mis gibi kokan terini nasıl örnek alacaktır? Kendi terini Peygamberimiz’in teri gibi mis gibi kokutabilir mi?
Peygamberimiz’i cinsellikte örnek alacağım diye kim aşırı bir cinselliğe sahip olabilir?
Peygamberimiz, uzun boylu kimselerin yanında onlardan uzun göründüğüne göre, kim onu bu hususta örnek alarak onun gibi uzun görünebilir?
Bunlar zaten mümkün olmayan şeyler. Onun için hiçbir kimse Peygamberimiz’i bu hususlarda zaten örnek almaya kalkışmaz, almamıştır da. Kalkışması için insanın deli olması lâzım.
Lütfen biraz mantıklı olun da Peygamberimiz’i bu hususlarda örnek alıyorlar diye Müslümanları suçlamayın. Gülünç oluyorsunuz, gülünç.
Bay İslamoğlu diyor ki, “Onun (Peygamberimiz’in) getirdiği mesaj ve o mesajı hayata dönüştüren iman, ahlâk, kavrayış, derin düşünme yeteneği ve onları pratize etmedeki muhteşem yaklaşımıyla açıklamak dururken, üstünlüğü onun fiziğinde aramak bir anlama problemidir.”
Okuyan da zannedecek ki, Peygamberimiz’le ilgili bu bilgileri veren âlimler, O’nun îman ve ahlâkla ilgili vasıflarını bir tarafa bırakıp sadece maddî vücuduyla ilgili meseleleri anlatmışlar.
Yok öyle bir şey değerli okuyucu…
O değerli âlimler, bize Hazreti Resûlüllah’ı tek bir yönüyle değil maddî-mânevî her yönüyle anlatageldiler. Anlattıkları içindir ki bu din bu günlere kadar gelebildi.
Allah korusun, bu din ya bir de o âlimleri tenkit eden bu makûle gibilerin ellerinde kalıverseydi…
* * *
Her peygamberin kendine mahsus mûcizeleri vardır. Bu mûcizelerin birçoğu Kur’an-ı Kerim’de de ifade buyurulur. Musa Aleyhisselam’ın sihirbazları yenmesi, İsa Aleyhisselam’ın ölüleri diriltmesi gibi…
Peygamberimiz’in hayatını okuyanların da bildiği gibi, sevgili Peygamberimiz‘in ise hayatı baştan başa mûcizedir. Âlimlerimiz onun mûcizelerini anlatmak için ciltlerle kitaplar yazmışlar. Bir âlim, “Tüm peygamberler içerisinde sayıca en çok mûcizesi olan bizim peygamberimizdi” demeyegörsün, bay yazar rahatsızlığını otomatik olarak ortaya koyup hemen itirazı basıyor: “Bu bir önyargıdır.”
Devam ediyor: “Bu, Hz. Peygamberle diğer peygamberler arasında yapılan zorlama bir yarıştır, peygamber yarıştırmaktır.” (Sa: 101-103)
Fesübhânallah!..
Âhırzaman Peygamberi’nin üstünlüğünden bahsetmek, bu zatı niye bu kadar rahatsız ediyor acaba?
ÂLİMLERE İFTİRA…
Onun “Bu, peygamber yarıştırmaktır” sözü aslında İslam âlimlerine bir iftiradır. Sanki İslam âlimleri –hâşâ- diğer peygamberleri kıskanmışlar da Peygamberimiz’in onlardan üstün olduğunu isbat için mûcize uydurma yarışına girmişler…
İslam âlimlerinin böyle İslama zıt tavırlara girmeleri düşünülebilir mi? Ama sayın yazarın, “Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün olmadığını isbata yönelik” bir vazifesi ve gayesi mi var ki, hep o uğurda çalışıyor ve âlimlerimizi bir kitap boyunca suçlayıp duruyor.
Meselâ İmam Süyûtî’nin (rah.a) El-Hasâis-i Küsrâ kitabından Hicretle ilgili şu hadiseyi naklediyor:
“Ebû Bekir, Resûlüllah’la birlikte mağaradayken susadı. Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ona dedi ki: “Mağaranın girişine doğru yürü ve oradan iç.” Ebû Bekir mağaranın girişine kadar gitti, orada baldan daha tatlı, sütten daha beyaz, miskten daha güzel kokan bir sudan içti ve döndü. Resûlüllah dedi ki: “Allah, Firdevs cennetinin ırmaklarıyla görevli meleğe senin içmen için bir nehir kazmasını emretti.” (Sa: 107)
Bunu naklettikten sonra başlıyor dalga geçmeye:
“Bu rivâyeti nakleden Süyûtî’nin, kitabındaki “Onda muteber olmayan rivayetlere yer vermedim”iddiasını hatırlamanın tam sırası” diyor. (Sa: 107)
Ne güzel! Muteber olmayan rivayetlere yer vermemiş işte. Daha ne istiyorsun ki.
Ama yazarın demek istediği başka. Bu anlatılan mağaradaki mânevî hali kabul edemediği için, “Bir de bu kitabında muteber olmayan rivayetlere yer vermediğini söylüyordun? Senin muteber olmayan rivayet dediğin bu mu? Cennetin ırmağı hiç Sevr mağarasına gelir mi? Mümkün mü hiç böyle bir şey?” demeye getiriyor.
Evet! Ona ve onun gibi meseleyi sadece maddî planda değerlendirenlere göre, tabii ki böyle bir şey mümkün değil. Ama meseleye inanç gözlüğüyle ve Allah’ın kudreti ve Peygamberimiz’in mûcizesi inancıyla bakanlar için böyle bir şey pekâlâ mümkün. Böyle bir şeyi meydana getirmekte Allah için bir zorluk da yok.
Bizim kalbimiz böyle bir şeyin olduğunu ve olabileceğini zorlanmadan rahatça kabul ediyor. İslamoğlu ise kendisi bilir.
İNKARIN TAVANI OLMUYOR…
Bay yazara göre, bazı hayvanların meselâ kurdun, ceylanın dile gelip Hazreti Resûlüllah’ın peygamberliğini ikrar etmesi, Hayber’de Peygamberimiz’e ikram edilen zehirli etin “Ben zehirliyim” demesi ve devenin secde etmesi, aslı olmayan uydurma şeyler.
Yazar, Müslümanların evvelden beri sahip oldukları peygamber inancına fena halde bozuluyor. Gelenek olarak yanlış bir peygamber imajı oluşturulduğunu söylüyor. “Bu imajın oluşması için elden ne gelirse yapılmış” diyor. (Sa: 109)
Evet… Peygamberimiz’e doğru olarak inanılması için tabii ki elden ne geldiyse yapılmıştır.
Ama ona göre, eski âlimler Peygamberimiz hakkında bize verebildikleri kadar yanlış bilgi vermişler. Peygamberimiz’i, aşırı yüceltmeci bir tavırla, olduğundan daha yüksek bir makamda göstermişler. Yine ona göre, “Hayali, hakikatin yerine ustaca monte etmeyi başarmışlar.” (Sa: 109)
İslamoğlu’nun yazdıklarına inanacak olursak, İslam âlimlerini asırlar boyunca bizi Peygamberimiz hakkında kandıran İslam düşmanları olarak kabul etmemiz gerekecektir.
Bay yazar, iftiralarının dışında, cehlinden mi hırsından mı bilinmez, zaman zaman bazı bilgi yanlışlıklarına da düşüyor. Meselâ şöyle:
“Resûlüllah Hendek’te bir günün vakit namazlarını kılamadı; hava kararınca tamamını tüm mü’minlerce topluca kıldılar.” (Sa:110)
Yanlış bilgi...
Hendek’te bir günün vakit namazlarının tamamının kazaya kalmadığını ve tamamını topluca kılmadıklarını öğrense iyi olur diyeceğiz ama keşke bütün yanlışları böyle olsaydı…
Kendisini Kur’an hakkında konuşmaya ehliyetli gören yazar, “Kur’an’ın hiçbir yerinde meleklerin maddî anlamda, savaşa katılıp bilfiil savaştıklarına delalet eden bir tek âyet bulunmamaktadır” (Sa: 111) derken, kendince bir kurnazlık sergiliyor.
“Meleklerin maddî anlamda, savaşa katılıp bilfiil savaştıklarına delalet eden sahih bir rivâyet yoktur” diyemeyeceği için kurnazlık yapıp, “Âyet yoktur” diyor.
Her şey hakkında âyet olmayacağını bu saatten sonra kendisine biz öğretecek değiliz.
Evet, bu hususta âyet olmayabilir. Ama tefsir diye de bir gerçek var değil mi?
Tefsirler gözardı edilebilir mi? Edilir diyemez, çünkü kendisi de bir tefsirci/müfessir olarak piyasada boy gösteriyor. Öyleyse tefsirler de mühim.
Tefsir de mühim ama sadece benim yaptığım tefsir geçerlidir, başkası değil diyebilirse, buyursun desin.
Diyemiyorsa, o zaman biz diyeceğimizi diyelim:
Sayın İslamoğlu!
Diğer tefsirler, sizin söylediğinizin tam tersini söylüyor. O tefsirlere göre, melekler Bedir’de bizzat harbe katılmışlardır. Ve bunlar sahih rivayetlerdir.
Lütfen yanlışlarınıza âyetleri âlet ederek Müslümanların zihinlerini bulandırmaya kalkışmayın…
Yanlışlarınızı yaza-yaza bitiremiyoruz. Yanlışlarınız bitmediği için hakkınızda yazacaklarımız da bitesi değil.
İmkanımız nisbetinde yanlışlarınızı ve meseleleri nasıl sündürdüğünüzü, önümüzdeki sahifelerde deşifre etmeye devam edeceğiz İnşallah…
İnanmadığı halde inanmış görüneni var, inandığı halde bazı sebeplerle imanını gizleyeni var.
İnananlar içinde ibâdet edeni var, etmeyeni var.
İbâdet edenler içinde ihlaslı (samimi) olanı var, riyâkârı, gösteriş için yapanı var.
İbâdet ehli içinde aşağı derecede olanı var, yüksek derecede olanı yani gerçek mânâda Allah dostu olanı, veli/evliyâ olanı var.
Veliler içinde sıradan evliyâ olanlar var, sayıları çok az da olsa mürşid-i kâmil olup insanları irşadla vazifelendirilmiş, varlıklarıyla Müslümanların bahtiyar olduğu nâdir kullar var…
Bu sınırı geçtikten sonra da çalışmakla kazanılamayan peygamberlik makamı var ki, o tamamen Allah vergisi ve Allah’ın seçimiyledir.
Bir kimse ne kadar ibâdet ederse etsin ve derecesi ne kadar yüksek olursa olsun, kendi çalışmasıyla mürşid olamayacağı gibi peygamber de olamaz. Mürşidlik de peygamberlik de Allah’ın seçmesi ve tayiniyledir.
Nitekim, Tâhâ sûresi 13. âyette, Hazreti Allah Mûsâ Aleyhisselam’a, “Ben (peygamberliğe) seni seçtim” buyuruyor. Bu husustaki başka bir âyet de A’raf sûresinin 144. âyetidir.
Yani peygamberlik Allah’ın seçimi ve tayiniyledir. Nitekim Peygamberimiz’in bir ismi de “Mustafa” dır ki “seçilmiş” demektir.
Diğer insanlar gibi peygamberler arasında da farklılıklar ve dereceler vardır. Nitekim Rabbimiz, Bakara sûresi 253. ve İsrâ sûresi 55. âyetlerde “Peygamberlerin bazısını bazısından üstün kıldığını” haber veriyor.
Peygamberler içinde (Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Peygamberimiz gibi) yeni bir şeriat getirenler de var, kendisinden önce gelen veya kendisiyle aynı zamanda yaşayan bir peygamberin şeriatını tebliğ edenler de var. (Hazreti İsmail ve Hazreti Lut gibi)
ULÜ’L-AZM PEYGAMBERLER…
Yine peygamberler içinde ulü’l azm peygamberler var ki, onların dereceleri diğer peygamberlerden üstündür. –Meşhur görüşe göre- bu peygamberlerin sayısı 5 olup şunlardır:
Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Muhammed Mustafa aleyhimüsselam.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) ulü’l azm peygamberler içinde Makam-ı Mahmudun sahibidir. Makam-ı Mahmud makamların en üstünüdür.
Peygamberimiz, (s.a.v.) hem âlemlere rahmet hem de bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmiştir. Nitekim, onun üstünlüğü ve farklılığı hakkında Enbiyâ sûresi 107. âyette “Habibim! Biz seni âlemlere ancak bir rahmet olarak gönderdik,” Sebe sûresi 28. âyette “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı (bir peygamber) olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler,” İnşirah sûresi 4. âyette de “Senin şanını yükselttik” buyuruluyor.
Onun Kur’an-ı Kerim tarafından bildirilen bu üstünlüğünü bil(e)meyen ve kabul edemeyenlerden olmaktan Allah’a sığınırız…
Peygamberlerin, diğer insanlardan farklı ve Allah’ın seçkin kulları olduğunu hepimiz biliyoruz. Bahsettiğimiz âyetlerden, Peygamberimiz’in hem âlemlere rahmet, hem de –diğer peygamberler gibi belli bir topluluğa değil- bütün insanlığa peygamber olarak gönderildiğini ve onun şanının bizzat Allah tarafından yüceltildiğini, dolayısıyla diğer peygamberlerden farklı bir mevkiye, en üstün makam olan Makam-ı Mahmud’a sahip olduğunu biliyoruz.
Peygamberimiz’in üstünlüklerine, aynen âyetlerde bildirildiği şekilde inanmak îmanın hem şartı hem gereğidir.
Peygamberimiz nesil olarak da seçkin bir sülâleden geliyordu. Bu seçkinlik, Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED kitabının 96. sahifesinde de Beyhakî, Taberânî ve Ebû Nuaym’dan İbn-i Ömer’in rivayetiyle nakledilmektedir. İslamoğlu’nun kitabına aldığı bu nakil doğrudur. Bu nakle göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
“Allah varlığı yarattığında yaratıklar arasında Âdemoğlunu seçti. Âdemoğulları arasından Arab’ı seçti, Arab’dan Mudar’ı seçti, Mudar’dan Kureyş’i seçti, Kureyş’den Haşimoğullarını seçti, beni de Haşimoğulları arasından seçti; o halde ben hayırlı başlangıçtan çıkan hayırlı sonucum.” (Eş-Şifâ, 1/83; Hasâis-ı Kübrâ 1/38)
ÜÇ MUHAMMED kitabında nakledilen bu hadis-i şerifte bildirildiği gibi, sevgili Peygamberimiz şerefli bir sülâleye mensuptu. Biz Müslümanlar bunu böyle bilir böyle inanırız. Çünkü bu husus bizzat Peygamberimiz’in hadis-i şerifiyle bildiriliyor. Hadis-i şerifte bildirilen bir şeye itiraz ise doğrudan doğruya Peygamberimiz’e itiraz olur.
BUNA RAĞMEN HADİS-İ ŞERİFE İTİRAZ…
Aaa o da ne! Yukarıdaki hadis-i şerifi kitabına alan İslamoğlu, meğer bu hadis-i şerifi Peygamberimiz’in üstün bir sülâleye mensup olduğunu anlatmak için değil, buna itiraz için almış.
Bakın ne diyor:
“Hazreti Peygamber’in…. engin tevazuuyla taban tabana zıt olan bu haber, onun ırkçılığı ve kabileciliği çağrıştıran her kokudan nefret eden anlayışına da aykırı değil mi?” (Sa: 96)
Allah Allah! Adamcağız, Peygamberimiz’in bu sözünü tevazuuyla taban tabana zıt ve kibirlilik olarak görüyör.
Artık bu kadarı da olmaz yani. Çünkü, Peygamberimiz’in, ırkçılık ve kabileciliği çağrıştırıcı şekilde konuştuğunu söylemek, haddini aşmaktan da öte bir şey artık.
Bu zat açıktan açığa, Peygamberimiz’in yukarıdaki sözündeki ifadeyi tevazuuya zıt, kibre uygun görerek, bir çırpıda itirazı basıyor ve doğrudan doğruya hadis-i şerife vurmaya çalışıyor.
Peygamberimiz (s.a.v.) eğer şerefli bir sülâleden gelmişse –ki elbette öyledir- bunu ashabına söylemesinden daha normal ne olabilir.
Ama nasıl oluyorsa, Peygamberimiz’in şerefli bir sülâleden geldiğini bildirmesi İslamoğlu’na göre ırkçılık oluyor. Bu ırkçılık suçunu işleyen(!) de tabii ki Peygamberimiz...
Böyle bir değerlendirmeye giden bir kimsenin, hadisleri reddeden Yaşar Nuri Öztürk’den bir farkı, bir eksiği kalır mı?
HAZRETİ ÂDEM VE HAZRETİ İBRAHİM MİSALİ…
Hepimizin bildiği gibi, Hazreti Allah Âdem Aleyhisselam’ı diğer varlıklardan üstün kıldı ve nurdan yarattığı meleklerin ona secde etmelerini emretti.
Var mı buna bir itiraz? Yok…
Meselâ Âdem Aleyhisselam, bu gerçeği anlatmak için “Allah meleklerin bana secde etmelerini emretti” deyince –hâşâ- tevazuya zıt mı hareket etmiş olacaktır?
Herkes gibi Peygamberimiz (s.a.v.) de Âdem Aleyhisselam’ın neslinden geliyor. Ama Kabil’in değil Hâbil’in neslinden, yani şerefli taraftan…
Aynı zamanda da Halilullah/Allah dostu olan Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail neslinden…
Kendisinin böyle şerefli bir soydan geldiğini söylemenin, tevazuuya ters bir tarafı mı var ki Peygamberimiz’in sözü “kabileciliği çağrıştıran bir söz” olarak ele alınsın?
Peygamberimiz’in Habîbullah/Allah’ın sevgilisi olduğu gibi, İbrahim Aleyhisselam da Halilullah’tır, Allah dostudur. Meselâ İbrahim Aleyhisselam, “Allah başka kimseyi değil, kendisine beni halil/dost edindi” demekle –hâşâ kibirlenmiş ve tevazuuya zıt mı hareket etmiş olacaktır?
Peygamberimiz’in, soy-sop bakımından Âdemoğullarının en üstünlerinin devamı olarak, İbrahim ve İsmail Aleyhimesselamın şerefli neslinden devam eden Hâşimoğullarından gelmiş olması, târihî bir gerçek değil mi?
Bir müsülüman, bu tarihî gerçeğin Resûlüllah tarafından dile getirilmesini nasıl olur da kabilecilik olarak değerlendirir?
Bir Müslüman, bu gerçeği bildiren hadis-i şerifi reddetmek pahasına nasıl böyle bir suçlamaya gidebilir?
Ancak Hıristiyan müsteşriklere/oryantalistlere yakışan bu itiraz, asla bir müslümana yakışmaz.
Nakledilen hadis-i şerifte Resûlüllah Efendimiz’in, “Var mı benim gibi şerefli bir kabileye mensup olanınız!” diyerek -hâşâ- övündüğü, böbürlendiği, kibirlendiği mi rivayet ediliyor ki, bu hadis-i şerif kabilecilik olarak anlaşılsın?
Bir Müslüman nasıl böyle bir değerlendirmeye gidebilir?
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) hadis-i şeriflerinde, “Mahşer günü ilk dirilecek olanın kendisi olacağını ve âhirette şefaat-ı uzmânın / büyük şefaatın kendisine verileceğini” de haber veriyor. “Cennete girecek olanların mahşerde 120 saf olup bunun 80 safının ümmet-i Muhammed olacağını” da haber veriyor.
Şimdi bunları da mı tevazuuya zıt kabul edeceğiz? Bunları –hâşâ- böbürlenme, övünme, kibirlenme mi kabul edeceğiz?
İslamoğlu’nun, bunlara ne diyeceği ve bunları da tevazuuya zıt görüp görmediği cidden meraka değer…
Bu hususta ne diyeceğini bilmiyorsak da Peygamberimiz’le ilgili bazı meselelere itiraz ettiğini kendi kitabındaki yukarıdaki satırlarından ve aşağıda okuyacağınız satırlarından biliyoruz.
ŞUNLARA DA İTİRAZ EDİYOR…
Bay İslamoğlu’nun kitabında itiraz ettiği, Peygamberimiz hakkındaki bazı gerçekler şunlar:
“Resûlüllah güreşte bir numaraydı. Koşuda bir numaraydı.”
“Dil ve dilin diyalektlerini (lehçe) bilmede bir numaraydı.”
“Gözleri herkesten ayrı olarak gece de gündüz gibi görüyordu.”
“Bir yere oturduğu zaman omuzları herkesin omuzlarından yukarı olurdu.”
“Resûlüllah ne aşırı uzun boylu ne de kısa boyluydu. O orta boylu olmasına rağmen iki uzun boylunun arasında yürüdüğü zaman onlardan uzun görünürdü.”
“Gölgesi yere düşmezdi.”
Tefsirci(!) İslamoğlu’nun içi işte bunları bir türlü almıyor. Oysa bunların hepsi, sevgili Peygamberimiz’i dünya gözüyle gören ashabı kiramın anlattıklarıdır.
Ashab-ı kiram, Resûlüllah Efendimiz’in peygamberliğiyle ilgili her hususu bize naklettiği gibi, maddî vücudundaki üstünlükleri de nakletmiştir. Onlar Peygamberimiz’in bu vasıflarını anlatmamış olsalardı, sonradan gelen bizler, “Acaba Resûlüllah efendimiz nasıldı?” diye merak etmeyecek miydik?
Müslümanca yaşamadığı için Müslümanların hallerini anlayamayanlar şunu iyi bilmeliler ki, İslam toplumu her şeyi Resûlüllah’ın sadece maddî / fizîkî vücudunda aramış değillerdir. Aksine onun getirdiği mesajı gayet iyi anlamış, o mesajı hayata dönüştüren iman, ahlâk, kavrayış ve derin düşünme yeteneğine daima sahip olmuşlardır. Bunun şahidi 14 asırlık İslam tarihidir.
Her şey güneş gibi açık ve ortada iken, Mustafa İslamoğlu hâlâ şöyle diyebiliyor:
“Hz. Peygamber’in “özellik” ve “yüceliğini”, onun getirdiği mesaj ve o mesajı hayata dönüştüren iman, ahlâk, kavrayış, derin düşünme yeteneği ve onları pratize etmedeki muhteşem yaklaşımıyla açıklamak dururken, onun fiziğinde aramaya başlaması elbette bir anlama problemidir.” (Sa: 98)
ACABA PROBLEM KİMDE?..
Değerli okuyucular! Ortada bir anlama problemi var ama acaba kimde?
Resûlüllah Efendimiz’in bu harikulâde vasıflarını kitaplarına alarak bizleri bu konularda bilgilendiren eski âlimlerimizde mi, yoksa onları tenkit eden yazar olaçıkagelmiş olan bugünkü yazarcıklarda mı?
Bay İslamoğlu haddini o kadar aşıyor ki, “Üstünlüğün Peygamberimiz’in maddî fiziğinde arandığını” söyleyerek Kadı İyaz ve İmam Süyûtî gibi dev âlimleri bile tenkide yeltenebiliyor.
Bilmiyor ki,
“Peygamberimiz’in gözlerinin gece de gündüz gibi görmesi,
Bir yere oturduğu zaman omuzlarının herkesin omuzlarından yukarı olması,
Aşırı uzun boylu da kısa boylu da olmayıp orta boylu olmasına rağmen iki uzun boylunun arasında yürüdüğü zaman onlardan uzun görünmesi,
Ve gölgesinin yere düşmemesi” gibi haberler, onun maddî vücudunda aranan üstünlükler değil, her biri birer mûcizedir. Gel gör ki, tenkitçi Bay Yazar mûcize diye bir şeye inanmıyor ki bu mûcizeleri kabul edebilsin…
Bazen hızını alamayıp üslubunu sertleştirdiğinde ise tamamen irtibatsız şeyler döktürüyor.
Meselâ Ahzab sûresi 21. âyet-i kerimenin meâlini vermiş:
“Sizin için Allah Elçisi’nde güzel örneklik vardır.” ( Sa: 40)
Ondan sonra şu minval üzere verip veriştiriyor:
“(Hz. Peygamberin) Teri, cinselliği, idrarı, boyu, gücü hakkında nakledilen bu rivayetlerin, bu âyetin gösterdiği örneklikle ne alâkası vardır?”
Bay İslamoğlu ne söylediğinin farkında mı acaba? Biraz mantıklı olsa ya! Kendisine soruyoruz:
1- İftira etmiyorsanız söyler misiniz, bu hususlarda Peygamberimiz’i kim örnek almış?
2- Örnek alınmak istense bile, zaten bu saydıklarınızın örnek alınması mümkün müdür?
Meselâ bir kimse Peygamberimiz’in mis gibi kokan terini nasıl örnek alacaktır? Kendi terini Peygamberimiz’in teri gibi mis gibi kokutabilir mi?
Peygamberimiz’i cinsellikte örnek alacağım diye kim aşırı bir cinselliğe sahip olabilir?
Peygamberimiz, uzun boylu kimselerin yanında onlardan uzun göründüğüne göre, kim onu bu hususta örnek alarak onun gibi uzun görünebilir?
Bunlar zaten mümkün olmayan şeyler. Onun için hiçbir kimse Peygamberimiz’i bu hususlarda zaten örnek almaya kalkışmaz, almamıştır da. Kalkışması için insanın deli olması lâzım.
Lütfen biraz mantıklı olun da Peygamberimiz’i bu hususlarda örnek alıyorlar diye Müslümanları suçlamayın. Gülünç oluyorsunuz, gülünç.
Bay İslamoğlu diyor ki, “Onun (Peygamberimiz’in) getirdiği mesaj ve o mesajı hayata dönüştüren iman, ahlâk, kavrayış, derin düşünme yeteneği ve onları pratize etmedeki muhteşem yaklaşımıyla açıklamak dururken, üstünlüğü onun fiziğinde aramak bir anlama problemidir.”
Okuyan da zannedecek ki, Peygamberimiz’le ilgili bu bilgileri veren âlimler, O’nun îman ve ahlâkla ilgili vasıflarını bir tarafa bırakıp sadece maddî vücuduyla ilgili meseleleri anlatmışlar.
Yok öyle bir şey değerli okuyucu…
O değerli âlimler, bize Hazreti Resûlüllah’ı tek bir yönüyle değil maddî-mânevî her yönüyle anlatageldiler. Anlattıkları içindir ki bu din bu günlere kadar gelebildi.
Allah korusun, bu din ya bir de o âlimleri tenkit eden bu makûle gibilerin ellerinde kalıverseydi…
* * *
Her peygamberin kendine mahsus mûcizeleri vardır. Bu mûcizelerin birçoğu Kur’an-ı Kerim’de de ifade buyurulur. Musa Aleyhisselam’ın sihirbazları yenmesi, İsa Aleyhisselam’ın ölüleri diriltmesi gibi…
Peygamberimiz’in hayatını okuyanların da bildiği gibi, sevgili Peygamberimiz‘in ise hayatı baştan başa mûcizedir. Âlimlerimiz onun mûcizelerini anlatmak için ciltlerle kitaplar yazmışlar. Bir âlim, “Tüm peygamberler içerisinde sayıca en çok mûcizesi olan bizim peygamberimizdi” demeyegörsün, bay yazar rahatsızlığını otomatik olarak ortaya koyup hemen itirazı basıyor: “Bu bir önyargıdır.”
Devam ediyor: “Bu, Hz. Peygamberle diğer peygamberler arasında yapılan zorlama bir yarıştır, peygamber yarıştırmaktır.” (Sa: 101-103)
Fesübhânallah!..
Âhırzaman Peygamberi’nin üstünlüğünden bahsetmek, bu zatı niye bu kadar rahatsız ediyor acaba?
ÂLİMLERE İFTİRA…
Onun “Bu, peygamber yarıştırmaktır” sözü aslında İslam âlimlerine bir iftiradır. Sanki İslam âlimleri –hâşâ- diğer peygamberleri kıskanmışlar da Peygamberimiz’in onlardan üstün olduğunu isbat için mûcize uydurma yarışına girmişler…
İslam âlimlerinin böyle İslama zıt tavırlara girmeleri düşünülebilir mi? Ama sayın yazarın, “Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün olmadığını isbata yönelik” bir vazifesi ve gayesi mi var ki, hep o uğurda çalışıyor ve âlimlerimizi bir kitap boyunca suçlayıp duruyor.
Meselâ İmam Süyûtî’nin (rah.a) El-Hasâis-i Küsrâ kitabından Hicretle ilgili şu hadiseyi naklediyor:
“Ebû Bekir, Resûlüllah’la birlikte mağaradayken susadı. Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ona dedi ki: “Mağaranın girişine doğru yürü ve oradan iç.” Ebû Bekir mağaranın girişine kadar gitti, orada baldan daha tatlı, sütten daha beyaz, miskten daha güzel kokan bir sudan içti ve döndü. Resûlüllah dedi ki: “Allah, Firdevs cennetinin ırmaklarıyla görevli meleğe senin içmen için bir nehir kazmasını emretti.” (Sa: 107)
Bunu naklettikten sonra başlıyor dalga geçmeye:
“Bu rivâyeti nakleden Süyûtî’nin, kitabındaki “Onda muteber olmayan rivayetlere yer vermedim”iddiasını hatırlamanın tam sırası” diyor. (Sa: 107)
Ne güzel! Muteber olmayan rivayetlere yer vermemiş işte. Daha ne istiyorsun ki.
Ama yazarın demek istediği başka. Bu anlatılan mağaradaki mânevî hali kabul edemediği için, “Bir de bu kitabında muteber olmayan rivayetlere yer vermediğini söylüyordun? Senin muteber olmayan rivayet dediğin bu mu? Cennetin ırmağı hiç Sevr mağarasına gelir mi? Mümkün mü hiç böyle bir şey?” demeye getiriyor.
Evet! Ona ve onun gibi meseleyi sadece maddî planda değerlendirenlere göre, tabii ki böyle bir şey mümkün değil. Ama meseleye inanç gözlüğüyle ve Allah’ın kudreti ve Peygamberimiz’in mûcizesi inancıyla bakanlar için böyle bir şey pekâlâ mümkün. Böyle bir şeyi meydana getirmekte Allah için bir zorluk da yok.
Bizim kalbimiz böyle bir şeyin olduğunu ve olabileceğini zorlanmadan rahatça kabul ediyor. İslamoğlu ise kendisi bilir.
İNKARIN TAVANI OLMUYOR…
Bay yazara göre, bazı hayvanların meselâ kurdun, ceylanın dile gelip Hazreti Resûlüllah’ın peygamberliğini ikrar etmesi, Hayber’de Peygamberimiz’e ikram edilen zehirli etin “Ben zehirliyim” demesi ve devenin secde etmesi, aslı olmayan uydurma şeyler.
Yazar, Müslümanların evvelden beri sahip oldukları peygamber inancına fena halde bozuluyor. Gelenek olarak yanlış bir peygamber imajı oluşturulduğunu söylüyor. “Bu imajın oluşması için elden ne gelirse yapılmış” diyor. (Sa: 109)
Evet… Peygamberimiz’e doğru olarak inanılması için tabii ki elden ne geldiyse yapılmıştır.
Ama ona göre, eski âlimler Peygamberimiz hakkında bize verebildikleri kadar yanlış bilgi vermişler. Peygamberimiz’i, aşırı yüceltmeci bir tavırla, olduğundan daha yüksek bir makamda göstermişler. Yine ona göre, “Hayali, hakikatin yerine ustaca monte etmeyi başarmışlar.” (Sa: 109)
İslamoğlu’nun yazdıklarına inanacak olursak, İslam âlimlerini asırlar boyunca bizi Peygamberimiz hakkında kandıran İslam düşmanları olarak kabul etmemiz gerekecektir.
Bay yazar, iftiralarının dışında, cehlinden mi hırsından mı bilinmez, zaman zaman bazı bilgi yanlışlıklarına da düşüyor. Meselâ şöyle:
“Resûlüllah Hendek’te bir günün vakit namazlarını kılamadı; hava kararınca tamamını tüm mü’minlerce topluca kıldılar.” (Sa:110)
Yanlış bilgi...
Hendek’te bir günün vakit namazlarının tamamının kazaya kalmadığını ve tamamını topluca kılmadıklarını öğrense iyi olur diyeceğiz ama keşke bütün yanlışları böyle olsaydı…
Kendisini Kur’an hakkında konuşmaya ehliyetli gören yazar, “Kur’an’ın hiçbir yerinde meleklerin maddî anlamda, savaşa katılıp bilfiil savaştıklarına delalet eden bir tek âyet bulunmamaktadır” (Sa: 111) derken, kendince bir kurnazlık sergiliyor.
“Meleklerin maddî anlamda, savaşa katılıp bilfiil savaştıklarına delalet eden sahih bir rivâyet yoktur” diyemeyeceği için kurnazlık yapıp, “Âyet yoktur” diyor.
Her şey hakkında âyet olmayacağını bu saatten sonra kendisine biz öğretecek değiliz.
Evet, bu hususta âyet olmayabilir. Ama tefsir diye de bir gerçek var değil mi?
Tefsirler gözardı edilebilir mi? Edilir diyemez, çünkü kendisi de bir tefsirci/müfessir olarak piyasada boy gösteriyor. Öyleyse tefsirler de mühim.
Tefsir de mühim ama sadece benim yaptığım tefsir geçerlidir, başkası değil diyebilirse, buyursun desin.
Diyemiyorsa, o zaman biz diyeceğimizi diyelim:
Sayın İslamoğlu!
Diğer tefsirler, sizin söylediğinizin tam tersini söylüyor. O tefsirlere göre, melekler Bedir’de bizzat harbe katılmışlardır. Ve bunlar sahih rivayetlerdir.
Lütfen yanlışlarınıza âyetleri âlet ederek Müslümanların zihinlerini bulandırmaya kalkışmayın…
Yanlışlarınızı yaza-yaza bitiremiyoruz. Yanlışlarınız bitmediği için hakkınızda yazacaklarımız da bitesi değil.
İmkanımız nisbetinde yanlışlarınızı ve meseleleri nasıl sündürdüğünüzü, önümüzdeki sahifelerde deşifre etmeye devam edeceğiz İnşallah…
09.05.2013
Ali Eren / Haberkita.com
İbadet emretmeyen hiç bir peygamber yoktur
İbadet emretmeyen hiç bir peygamber yoktur
“Makam-ı Mahmud”
tabirini duymayan Müslüman yok gibidir. Kelime mânâsını bilmeseler de
herkes “Makam-ı Mahmud”un Peygamberimiz’in âhiretteki makamı olduğunu
bilir.
Bu tabir, Kur’an-ı Kerim’de İsrâ sûresi 79. âyette “Makamen mahmûdâ” şeklinde geçer.
Âyetin mânâsı şöyledir:
“…Rabbinin seni bir makam-ı mahmuda (şefaat makamına) göndermesi kesindir.”
Elmalı tefsirinde, Fatiha sûresinin tefsiri kısmında bu hususta şu bilgiler veriliyor:
“Gerçekten de Makam-ı Mahmud (en yüksek şefaat makamı) bilhassa peygamberlerin sonuncusu olan Efendimiz’e va’d olunan ve onu hamd etme makamından hamd edilen (övülen) makamına yücelten yüksek bir makamdır ki, büyük şefaat makamıdır. Bu makamda “Livâü’l-Hamd” sancağı onun eline teslim olunmuştur. Âhirette Makam-ı Mahmud’un bol şefaati iledir ki, Livâü’l-Hamd altında toplanacak olan ümmet, Allah’a hamd etmelerinden paylarını alacak ve cennet ehlinin duâlarının sonu da “Âlemlerin rabbi Allah’a hamd olsun” olacaktır.”
Rûhu’l-Beyan tefsirinde şöyle deniliyor:
“Makam-ı Mahmud, mahşer ehlinin tamamına şefaat etme makamıdır. O umumî şefaat sırasında herkes Peygamberimiz’e gıpta eder. Çünkü, kendisinden şefaat istenen peygamberlerin hepsi de ilk önce şefaat etmekten kaçınır ve her biri şefaat isteyenleri diğer bir peygambere gönderir. Sonunda bütün insanlar Peygamber Efendimiz’e gelirler. Peygamberimiz (s.a.v.) de “Ben şefaat etmeye ehilim” buyurur ve büyük şefaatını yapar. Diğer peygamberler ondan sonra şefaat ederler.” (İsrâ sûresi, 79. âyetin tefsirinden)
Ömer Nasuhi Bilmen ise bu âyetin tefsirinde şu mânâyı veriyor:
“Muhakkak ki, (Rabbin seni bir makam-ı mahmuda) bir şefaatı kübrâ -büyük şefaat- makamına (gönderecektir). Senin dereceni bütün mahlûkâtın fevkine –üstüne- yükseltecektir.”
(Kur’anı Kerim’in Türkçe Meâli Âlisi ve Tefsiri, c: 4 sa: 1903)
Bunlardan başka, Fî Zılâli’l-Kur’an’dan tutun da İbni Kesir, Kurtubî, Taberî, Celâleyn, Nahcivânî ve Kazı Beyzâvî tefsirlerinin hepsi Makam-ı Mahmud’un, Peygamberimiz’in âhirette yapacağı büyük şefaat olduğunu beyan ediyorlar.
Zaten bu hususta Peygamberimiz’in hadis-i şerifleri de var.
Nahcivânî tefsiri, “Bu makam, en büyük makam olup bundan daha yüksek bir makam ve daha üstün bir derece yoktur” diyor.
EN BÜYÜK ÂLİM…
Velhasıl hangi tefsire bakarsanız bakın, bundan başka bir mânâ yok.
Ancak, yukarıda isimlerini zikrettiğim meşhur tefsirleri kaleme alan büyük âlimlerden daha büyük bir âlim(!) var ki, o hiç de bu tefsirlerin yazdıkları gibi söylemiyor.
Bütün tefsirlerin yazdıklarını bir çırpıda elinin tersiyle iten bu âlimimiz Mustafa İslamoğlu…
O, “Peygamberi aşırı yüceltme yanlışı” diye bir tez tutturmuş, onun peşinde. O, Peygamberimiz’e ait olup kendisinden yüksek başka bir makam bulunmayan Makam-ı Mahmud’u kabul etmiyor. Çünkü, ey yüksek makam olan Makam-ı Mahmud’un Peygamberimiz’in makamı olduğu söylenirse, ona göre Peygamberimiz aşırı yüceltilmiş olunuyor…
Ama neylersiniz ki, Kur’an-ı Kerim de Makam-ı Mahmud’dan bahsediyor.
Olsun… Varsın bahsetsin!.. İslamoğlu için kaçamak mı yok. O buna da bir izah giydiriveriyor.
Peygamberimiz’in “Habibullah / Allah’ın en sevgili kulu” olduğuna inanan Müslümanları, “Aşırı yüceltmeci” olarak suçlayarak bakın neler yazıyor:
“Aşırı yüceltmeci gelenek, bu anlamda birçok terimi kavramlaştırmıştır. Bunların başında, iki terimden oluşan “Makamen Mahmûdâ” Kur’ânî ibâresi gelir. Bu iki sözcüğün ilki bir cümlenin nitelenen tümleci, ikincisi de onun niteleyenidir. İkisi birden sıfat tamlamasıdır. İlk anlamı “Övgüye lâyık bir konum”dur.”
Değerli okuyucu!
Burada durup, ilmî Arapçayı bilenlere soralım:
İslamoğlu, “Bu iki sözcüğün ilki bir cümlenin nitelenen tümleci, ikincisi de onun niteleyenidir” diyor.
Aman Allahım!
Ne neyi niteliyor, ne neyi iteliyor?
Yâ ehle’l ‘ilm! Ey ilim sahipleri!
İlimden behresi olan bir kimse böyle söyler mi hiç?
İnsana gülerler; “Bunun hiç mi ilmî ifade tarzı yok da tümleç-mümleç diyor” demezler mi?
İlmî ifade tarzı var olmaya var da, o kullanamıyor işte.
Neyse, biz Bay İslamoğlu’nun âyete verdiği mânâya geçelim. İşte verdiği mânâ:
“Ve gecenin bir vaktinde kalkıp kendi isteğinle yaptığın bir ilâve olarak namaz kıl; ki böylece Rabbin seni belki (ötede) övgüye lâyık bir konuma yükseltir.”
Verdiği mânâda “belki” kelimesi geçiyor ki, bu mânâ yanlış.
Hazreti Allah’ın, Peygamberimiz’i ötede övgüye lâyık bir konuma yükselteceğinde şüphe mi var kı “Belki” mânâsı veriyorsun?
Bi kere, âyette Hazreti Allah’a izafeten geçen “Asâ” kelimesine “belki” değil “muhakkak” mânâsı verilmeliydi. Çünkü, “Umulur ki” mânâsına gelen Âsâ” kelimesine, Allah’a izafe edildiği zaman, ilmî kâide olarak “Muhakkak” mânâsı verilir.
Bu kadarcığını, ilimden azıcık nasibi olan herkes bilir de ne yazık ki müfessir(!) İslamoğlu bilmiyor.
MÜFESSİRE(!) AYIP DEĞİL Mİ?..
Ama ayıp olmuyor mu? İnsan, Kur’an tefsirciliğine heveslenmeden önce bu kâideleri öğrenmeli değil midir?
Bay Yazar madem bilmiyor, hiç olmazsa herhangi bir tefsire bakıverseydi, âyete böyle yanlış mânâ verme hatasına düşmezdi. Ama onun, Muhammed Esed’inkinden başka örnek aldığı bir tefsir yok ti örnek alsın. Ona da zaten kendi hazırladığını benzetmek için bakmış…
Neyse…
Biz onun verdiği mânânın yanlışlığını ve tatsız-tuzsuzluğunu bir tarafa bırakalım da âyette geçen “Makam-ı Mahmud” ibâresiyle ilgili yazdıklarına bakalım. Şöyle diyor:
“Fakat ibâre, bağlamından kopartılarak zamanla kalıplaşmış, daha sonra da kavramlaşmıştır: ”Makam-ı Mahmud…”
Yani Makam-ı Mahmud diye bir makam uydurulmuştur demek istiyor. Fakat bununla da yetinmeyip bu sefer de dalga geçer gibi şöyle diyor:
“Hatta, ikinci kelimenin Resûlüllah’a atfedilen bir isim olduğunu da dikkate alırsak, âdeta isimleşmiş olan kalıp, biraz ironik de olsa, “Mahmudun Makamı” anlamına taşınmıştır.”
Gördüğünüz gibi, “Makam-ı Mahmud” gerçeğini, gerçek mânâsından çıkarıp başka bir mecraya çekerek tevil ediyor. Hem de dalga geçerek
**
Yazarımız, Peygamberimiz’e salevat okuma meselesini ele almasa vazifesi eksik kalırdı. Onun için, Ahzab sûresinin Peygamberimiz’e salevat getirmekle ilgili olan 56. âyet-i kerimesini ele alıyor. Âyete kendi üslubuna göre mânâ verip değerlendirmeler yaptıktan sonra, sözü Peygamberimiz’e getirilen salât ü selamların çeşitliliğine getiriyor. Esas söyleyeceğini de Müslümanların çok rağbet ettiği Salât-ı Terfîciye/Nâriye üzerinden söylüyor:
“İlginç olan, bu âyete (salevât âyetine) dayanarak daha sonra ortaya çıkan mebzul miktarda “salevat” kültür ve edebiyatıdır. Bunlar arasında Salat-ı Tefriciye gibi, ne senet ne de metin açısından hiçbir sıhhati (doğruluğu) bulunmayan…” diye devam edip gidiyor…
Gitsin bakalım gideceği yere kadar…
İBRETLİK…
Şimdi, siz değerli okuyucularımıza ibretlik bir durum arz edeceğim.
Mustafa İslamoğlu’nun Üç MUHAMMED kitabı, “İNDİRGEMECİ PEYGAMBER TASAVVURU” kısmında, peygamberlik makamını olması gerekenden daha aşağı kabul eden Sâbiîleri ele alıyor ve onların, peygamber anlayışını aktarıyor.
Şehristânî’nin kaleminden aktardığı Sâbiî peygamber anlayışı şöyle:
“Peygamberler de, tür açısından bizimle eşittirler. Fizikî açıdan bize benzemektedirler. Maddî alanda bizimle ortak, bizim yediklerimizden yiyen, bizim içtiklerimizden içen, fizyonomik açıdan paydaş olduğumuz, bizim gibi ölümlü insanlardır. Şu halde, biz onlara neden itaat edecekmişiz? Bizim onlara bağlanmamızı zorunlu kılan hangi özellikleri vardır?” (Sahife: 145)
Gördüğünüz gibi, bu sözlerin sahipleri peygamberleri kendileri gibi gördükleri için onları itaat edilecek ve uyulacak kimseler olarak görmemektedirler. Sayın İslamoğlu, imanla bağdaşması mümkün olmayan bu ifadelere tabii ki katılmıyor.
Buraya kadar normal.
Ammaaa işin bir de başka yönü var. O da şu:
Sayın yazar, kitabının 28. sahifesinde hayret edilecek bir şey yapıyor. Sâbiîlerin yukarıdaki satırlarda okuduğunuz yanlış peygamber inançlarına sahip olan birini o sahifede övüyor.
Bakın anlatayım…
İslamoğlu, 28. sahifede ilk önce bir âyete mânâ veriyor. Bu âyet, Kehf sûresinin 110. ve Fussilet sûresinin 6. âyetidir.
Bu âyete verdiği mânâ şöyle:
“De ki: Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor.”
(Yazar, her zaman olduğu gibi burada da bir yanlışa düşüyor. Âyette karşılığı olmadığı halde, mânâ verirken meâle ölümlü kelimesini ilave ediyor. Buna işaret edip esas meselemize geçelim.)
Yukarıdaki mânâyı verdikten sonra, hayranı olduğu Musa Cârullah’ı övgü ile anarak şu satırları yazıyor:
“Musa Carullah (1874-1949) bu âyeti yorumlarken şu sarsıcı tesbiti yapar: “Bu âyette Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor. Öyleyse ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir. Bu varılacak en yüksek kemal mertebesidir.” (Sa: 28)
Biz de önceki sahifelerde yazdığımız bir gerçeği burada tekrar edelim:
Şimdiki Rusya Baş Müftüsü Talat Tacettin’in ifadesine göre, Musa Cârullah, Rusya’da komünist ihtilal yapan Lenin’e destek veren adamdır. Bu bilgiyle ilgili şahitler hayattadır.
ŞİMDİ SÖZ BİZDE…
Evet şimdi söz bizde.
Yukarıda, sâbiîlerin peygamber inancını İslamoğlu’nun kendi naklinden okudunuz. Şimdi sâbiîlerin peygamber inancı ile Musa Cârullah’ın peygamber inancı arasında ne fark kaldı değerli okuyucular? Gördüğünüz gibi, iki inanç arasında bir fark yok
Çünkü, onlar da peygamberleri kendileri ile aynı seviyede görüyorlar, İslamoğlu’nun örnek âlim olarak gösterdiği Musa Cârullah da.
Sâbiîler, “Peygamberler de, tür açısından (insan olarak) bizimle eşittirler” diyor; Cârullah da, “Ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir” diyor.
Sâbiîler peygamberler hakkında, “bizim gibi ölümlü insanlardır. Şu halde, biz onlara neden itaat edecekmişiz?” diyorlar, İslamoğlu da âyete fazladan bir kelime ekleyerek, Peygamberimiz’in “Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım” dediğini kaydediyor.
Peki, İslamoğlu ve Musa Cârullah’ın bu cümlelerini okuyanlar, Sâbiîlerin dediği gibi, “Nasıl olsa peygamberler de bizim gibi imiş. Öyleyse bizim peygamberlere bağlanmamızı zorunlu kılan hangi özellikleri vardır?” derlerse bunun vebali kimin olacaktır?
Hem Cârullah hem de onu örnek gösteren İslamoğlu, “Öyleyse ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir” diyerek, okuyucularına diğer insanları Peygamberimiz’le aynı seviyede göstermiyor mu?
Cârullah daha da ileri gidiyor. Hem Peygamberimiz’e iftira ediyor hem de büyük bir yanlışa düşüyor.
“Bu âyette Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor” diyerek Peygamberimiz’e iftira ediyor.
Peygamberimiz, kendisinin de bir insan olduğunu söylemekle, peygamberlik makamını bir kenara bırakıp kendisini diğer insanlar seviyesinde göstermez. Zira arada diğer insanların erişmeleri mümkün olmayan peygamberlik makamı vardır.
Peygamberimiz böyle bir şey yapmadığı halde, “Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor” demek ona karşı yapılan açıkça bir iftiradır.
Gelelim yanlışına…
Cârullah’ın yanlışı yine aynı cümlesinde. O cümlesi şuydu:
“Bu âyette Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor.”
Şimdi, be câhil üstü câhil adam demeyelim de ne diyelim!
Âyet peygamber sözümü ki, bu âyette Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim etmiş olsun?
Böyle bir kimseye bir de âlim nazarıyla bakmaları yok mu, insanı hepten kahrediyor yani…
PEYGAMBERLER NİÇİN GELMİŞ?..
Değerli okuyucu!
Herkesin bildiği gibi, peygamberler insanlar üzerinde iki gayeyi gerçekleştirmek için gönderilirler: Îman ve amel.
Diğer bir ifadeyle inanç ve ibâdet…
Bir insan topluluğunda bu ikisi gerçekleşirse, o toplumda kendiliğinden soysal değişiklik de gerçekleşir.
Elimizdeki eşi menendi bulunmayan ÜÇ MUHAMMED isimli kitap ise, peygamberler hakkında eşi menendi bulunmayan daha değişik bilgiler veriyor. Diyor ki.
“Her peygamber , biri akîdevî (inanç) diğeri sosyal olmak üzere, iki amacı gerçekleştirmek için gelmiştir.” (Sa: 148)
Peki ibâdet nerede?
Akîdeyi anladık da ibâdet nerede?
Yok!!!
Peki ibâdetsiz din olur mu?
İbâdeti olmayan bir îman insanı cehennemden kurtarmaya kâfi mi?
Asla!!!
Öyleyse, yukarıdaki yanlışlığı şu şekilde düzeltmek bizim vazifemizdir:
Bütün peygamberler, hem doğru imanı/inancı gerçekleştirmek, hem de insanları Allah’a ibâdete yönlendirmek için gelmişlerdir.
Bunun tersine yanlış bilgiler vererek, Müslümanları yanlış düşüncelere yönlendirmenin lüzumu olmasa gerek!..
KULLANDIĞIM KELİMELERE BAK, NE DEDİĞİMİ ANLA…
İnsanlar, ya yazı veya sözle anlaşırlar. Onun için, başkalarına aktarılmak istenen bir fikrin anlaşılabilmesi için, kullanılan kelimeler muhatabın anlayacağı seviyede olmalıdır. Yoksa hiçbir işe yaramaz.
Gerçi kullanılan kelimeler anlaşılır seviyede olmadığı halde boşa gitmediği de oluyor. Çünkü bir söz veya yazı sadece muhataba bir şeyler aktarmak için değil, bazen de bir tavır sergilemek için kullanılır. O durumda da kullanılan kelimeler boşa gitmemiş, o tavrı sergilemek için konuşulmuş veya yazılmış olur.
Daha açık söyleyelim.
Bir yazar veya hatip, muhatabının anlayış seviyesini bildiği halde, bile bile onun anlayış seviyesinin üstünde bir üslup kullanıyorsa, onun gayesi karşısındaki şahıslara bir şeyler anlatmak değildir.
Ya nedir?
Onlara kendisinin bilgiç bir kimse olduğunu hissettirmek ve “Vay bee! Neler biliyor” dedirtmektir. Yoksa aklı başında bir kimseyse niçin anlaşılmaz kelimeler kullansın ki!
Dinî kitaplarda kullanılan kelimeler bellidir. Bu kelimelerle yapılan konuşmalar ve kaleme alınan yazılar, muhataplar tarafından kolayca anlaşılır.
Peki Peygamberimiz’le ilgili bir kitap okurken, “Semantik, hermetik, hermenötik, ideomatik, metaforik, ironik, ereksel, düalist, formelizm vb…” gibi kelimelerle karşılaşırsanız ne anlarsınız?
Tabii ki hiçbir şey.
Belki siz anlarsınız ama birçok kimsenin bu kelimelerden bir şey anlamayacağı açık.
Niçin?
Çünkü bu kelimeler İslâmî meseleleri anlatırken kullanılan kelimeler değil de ondan.
Gelin görün ki yazar Mustafa İslamoğlu ÜÇ MUHAMMED kitabında bu kelimeleri kullanıp okuyucularını bu kelimelerle baş başa bırakıveriyor. İşte o kelimelerin bulunduğu sahifeler: 111, 112, 113, 125, 144.
Niçin böyle yapıyor dersiniz?.
Tabii ki, “Bakın! Ben böyle kelimeleri de biliyorum” demek için değildir…
Âyetin mânâsı şöyledir:
“…Rabbinin seni bir makam-ı mahmuda (şefaat makamına) göndermesi kesindir.”
Elmalı tefsirinde, Fatiha sûresinin tefsiri kısmında bu hususta şu bilgiler veriliyor:
“Gerçekten de Makam-ı Mahmud (en yüksek şefaat makamı) bilhassa peygamberlerin sonuncusu olan Efendimiz’e va’d olunan ve onu hamd etme makamından hamd edilen (övülen) makamına yücelten yüksek bir makamdır ki, büyük şefaat makamıdır. Bu makamda “Livâü’l-Hamd” sancağı onun eline teslim olunmuştur. Âhirette Makam-ı Mahmud’un bol şefaati iledir ki, Livâü’l-Hamd altında toplanacak olan ümmet, Allah’a hamd etmelerinden paylarını alacak ve cennet ehlinin duâlarının sonu da “Âlemlerin rabbi Allah’a hamd olsun” olacaktır.”
Rûhu’l-Beyan tefsirinde şöyle deniliyor:
“Makam-ı Mahmud, mahşer ehlinin tamamına şefaat etme makamıdır. O umumî şefaat sırasında herkes Peygamberimiz’e gıpta eder. Çünkü, kendisinden şefaat istenen peygamberlerin hepsi de ilk önce şefaat etmekten kaçınır ve her biri şefaat isteyenleri diğer bir peygambere gönderir. Sonunda bütün insanlar Peygamber Efendimiz’e gelirler. Peygamberimiz (s.a.v.) de “Ben şefaat etmeye ehilim” buyurur ve büyük şefaatını yapar. Diğer peygamberler ondan sonra şefaat ederler.” (İsrâ sûresi, 79. âyetin tefsirinden)
Ömer Nasuhi Bilmen ise bu âyetin tefsirinde şu mânâyı veriyor:
“Muhakkak ki, (Rabbin seni bir makam-ı mahmuda) bir şefaatı kübrâ -büyük şefaat- makamına (gönderecektir). Senin dereceni bütün mahlûkâtın fevkine –üstüne- yükseltecektir.”
(Kur’anı Kerim’in Türkçe Meâli Âlisi ve Tefsiri, c: 4 sa: 1903)
Bunlardan başka, Fî Zılâli’l-Kur’an’dan tutun da İbni Kesir, Kurtubî, Taberî, Celâleyn, Nahcivânî ve Kazı Beyzâvî tefsirlerinin hepsi Makam-ı Mahmud’un, Peygamberimiz’in âhirette yapacağı büyük şefaat olduğunu beyan ediyorlar.
Zaten bu hususta Peygamberimiz’in hadis-i şerifleri de var.
Nahcivânî tefsiri, “Bu makam, en büyük makam olup bundan daha yüksek bir makam ve daha üstün bir derece yoktur” diyor.
EN BÜYÜK ÂLİM…
Velhasıl hangi tefsire bakarsanız bakın, bundan başka bir mânâ yok.
Ancak, yukarıda isimlerini zikrettiğim meşhur tefsirleri kaleme alan büyük âlimlerden daha büyük bir âlim(!) var ki, o hiç de bu tefsirlerin yazdıkları gibi söylemiyor.
Bütün tefsirlerin yazdıklarını bir çırpıda elinin tersiyle iten bu âlimimiz Mustafa İslamoğlu…
O, “Peygamberi aşırı yüceltme yanlışı” diye bir tez tutturmuş, onun peşinde. O, Peygamberimiz’e ait olup kendisinden yüksek başka bir makam bulunmayan Makam-ı Mahmud’u kabul etmiyor. Çünkü, ey yüksek makam olan Makam-ı Mahmud’un Peygamberimiz’in makamı olduğu söylenirse, ona göre Peygamberimiz aşırı yüceltilmiş olunuyor…
Ama neylersiniz ki, Kur’an-ı Kerim de Makam-ı Mahmud’dan bahsediyor.
Olsun… Varsın bahsetsin!.. İslamoğlu için kaçamak mı yok. O buna da bir izah giydiriveriyor.
Peygamberimiz’in “Habibullah / Allah’ın en sevgili kulu” olduğuna inanan Müslümanları, “Aşırı yüceltmeci” olarak suçlayarak bakın neler yazıyor:
“Aşırı yüceltmeci gelenek, bu anlamda birçok terimi kavramlaştırmıştır. Bunların başında, iki terimden oluşan “Makamen Mahmûdâ” Kur’ânî ibâresi gelir. Bu iki sözcüğün ilki bir cümlenin nitelenen tümleci, ikincisi de onun niteleyenidir. İkisi birden sıfat tamlamasıdır. İlk anlamı “Övgüye lâyık bir konum”dur.”
Değerli okuyucu!
Burada durup, ilmî Arapçayı bilenlere soralım:
İslamoğlu, “Bu iki sözcüğün ilki bir cümlenin nitelenen tümleci, ikincisi de onun niteleyenidir” diyor.
Aman Allahım!
Ne neyi niteliyor, ne neyi iteliyor?
Yâ ehle’l ‘ilm! Ey ilim sahipleri!
İlimden behresi olan bir kimse böyle söyler mi hiç?
İnsana gülerler; “Bunun hiç mi ilmî ifade tarzı yok da tümleç-mümleç diyor” demezler mi?
İlmî ifade tarzı var olmaya var da, o kullanamıyor işte.
Neyse, biz Bay İslamoğlu’nun âyete verdiği mânâya geçelim. İşte verdiği mânâ:
“Ve gecenin bir vaktinde kalkıp kendi isteğinle yaptığın bir ilâve olarak namaz kıl; ki böylece Rabbin seni belki (ötede) övgüye lâyık bir konuma yükseltir.”
Verdiği mânâda “belki” kelimesi geçiyor ki, bu mânâ yanlış.
Hazreti Allah’ın, Peygamberimiz’i ötede övgüye lâyık bir konuma yükselteceğinde şüphe mi var kı “Belki” mânâsı veriyorsun?
Bi kere, âyette Hazreti Allah’a izafeten geçen “Asâ” kelimesine “belki” değil “muhakkak” mânâsı verilmeliydi. Çünkü, “Umulur ki” mânâsına gelen Âsâ” kelimesine, Allah’a izafe edildiği zaman, ilmî kâide olarak “Muhakkak” mânâsı verilir.
Bu kadarcığını, ilimden azıcık nasibi olan herkes bilir de ne yazık ki müfessir(!) İslamoğlu bilmiyor.
MÜFESSİRE(!) AYIP DEĞİL Mİ?..
Ama ayıp olmuyor mu? İnsan, Kur’an tefsirciliğine heveslenmeden önce bu kâideleri öğrenmeli değil midir?
Bay Yazar madem bilmiyor, hiç olmazsa herhangi bir tefsire bakıverseydi, âyete böyle yanlış mânâ verme hatasına düşmezdi. Ama onun, Muhammed Esed’inkinden başka örnek aldığı bir tefsir yok ti örnek alsın. Ona da zaten kendi hazırladığını benzetmek için bakmış…
Neyse…
Biz onun verdiği mânânın yanlışlığını ve tatsız-tuzsuzluğunu bir tarafa bırakalım da âyette geçen “Makam-ı Mahmud” ibâresiyle ilgili yazdıklarına bakalım. Şöyle diyor:
“Fakat ibâre, bağlamından kopartılarak zamanla kalıplaşmış, daha sonra da kavramlaşmıştır: ”Makam-ı Mahmud…”
Yani Makam-ı Mahmud diye bir makam uydurulmuştur demek istiyor. Fakat bununla da yetinmeyip bu sefer de dalga geçer gibi şöyle diyor:
“Hatta, ikinci kelimenin Resûlüllah’a atfedilen bir isim olduğunu da dikkate alırsak, âdeta isimleşmiş olan kalıp, biraz ironik de olsa, “Mahmudun Makamı” anlamına taşınmıştır.”
Gördüğünüz gibi, “Makam-ı Mahmud” gerçeğini, gerçek mânâsından çıkarıp başka bir mecraya çekerek tevil ediyor. Hem de dalga geçerek
**
Yazarımız, Peygamberimiz’e salevat okuma meselesini ele almasa vazifesi eksik kalırdı. Onun için, Ahzab sûresinin Peygamberimiz’e salevat getirmekle ilgili olan 56. âyet-i kerimesini ele alıyor. Âyete kendi üslubuna göre mânâ verip değerlendirmeler yaptıktan sonra, sözü Peygamberimiz’e getirilen salât ü selamların çeşitliliğine getiriyor. Esas söyleyeceğini de Müslümanların çok rağbet ettiği Salât-ı Terfîciye/Nâriye üzerinden söylüyor:
“İlginç olan, bu âyete (salevât âyetine) dayanarak daha sonra ortaya çıkan mebzul miktarda “salevat” kültür ve edebiyatıdır. Bunlar arasında Salat-ı Tefriciye gibi, ne senet ne de metin açısından hiçbir sıhhati (doğruluğu) bulunmayan…” diye devam edip gidiyor…
Gitsin bakalım gideceği yere kadar…
İBRETLİK…
Şimdi, siz değerli okuyucularımıza ibretlik bir durum arz edeceğim.
Mustafa İslamoğlu’nun Üç MUHAMMED kitabı, “İNDİRGEMECİ PEYGAMBER TASAVVURU” kısmında, peygamberlik makamını olması gerekenden daha aşağı kabul eden Sâbiîleri ele alıyor ve onların, peygamber anlayışını aktarıyor.
Şehristânî’nin kaleminden aktardığı Sâbiî peygamber anlayışı şöyle:
“Peygamberler de, tür açısından bizimle eşittirler. Fizikî açıdan bize benzemektedirler. Maddî alanda bizimle ortak, bizim yediklerimizden yiyen, bizim içtiklerimizden içen, fizyonomik açıdan paydaş olduğumuz, bizim gibi ölümlü insanlardır. Şu halde, biz onlara neden itaat edecekmişiz? Bizim onlara bağlanmamızı zorunlu kılan hangi özellikleri vardır?” (Sahife: 145)
Gördüğünüz gibi, bu sözlerin sahipleri peygamberleri kendileri gibi gördükleri için onları itaat edilecek ve uyulacak kimseler olarak görmemektedirler. Sayın İslamoğlu, imanla bağdaşması mümkün olmayan bu ifadelere tabii ki katılmıyor.
Buraya kadar normal.
Ammaaa işin bir de başka yönü var. O da şu:
Sayın yazar, kitabının 28. sahifesinde hayret edilecek bir şey yapıyor. Sâbiîlerin yukarıdaki satırlarda okuduğunuz yanlış peygamber inançlarına sahip olan birini o sahifede övüyor.
Bakın anlatayım…
İslamoğlu, 28. sahifede ilk önce bir âyete mânâ veriyor. Bu âyet, Kehf sûresinin 110. ve Fussilet sûresinin 6. âyetidir.
Bu âyete verdiği mânâ şöyle:
“De ki: Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor.”
(Yazar, her zaman olduğu gibi burada da bir yanlışa düşüyor. Âyette karşılığı olmadığı halde, mânâ verirken meâle ölümlü kelimesini ilave ediyor. Buna işaret edip esas meselemize geçelim.)
Yukarıdaki mânâyı verdikten sonra, hayranı olduğu Musa Cârullah’ı övgü ile anarak şu satırları yazıyor:
“Musa Carullah (1874-1949) bu âyeti yorumlarken şu sarsıcı tesbiti yapar: “Bu âyette Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor. Öyleyse ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir. Bu varılacak en yüksek kemal mertebesidir.” (Sa: 28)
Biz de önceki sahifelerde yazdığımız bir gerçeği burada tekrar edelim:
Şimdiki Rusya Baş Müftüsü Talat Tacettin’in ifadesine göre, Musa Cârullah, Rusya’da komünist ihtilal yapan Lenin’e destek veren adamdır. Bu bilgiyle ilgili şahitler hayattadır.
ŞİMDİ SÖZ BİZDE…
Evet şimdi söz bizde.
Yukarıda, sâbiîlerin peygamber inancını İslamoğlu’nun kendi naklinden okudunuz. Şimdi sâbiîlerin peygamber inancı ile Musa Cârullah’ın peygamber inancı arasında ne fark kaldı değerli okuyucular? Gördüğünüz gibi, iki inanç arasında bir fark yok
Çünkü, onlar da peygamberleri kendileri ile aynı seviyede görüyorlar, İslamoğlu’nun örnek âlim olarak gösterdiği Musa Cârullah da.
Sâbiîler, “Peygamberler de, tür açısından (insan olarak) bizimle eşittirler” diyor; Cârullah da, “Ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir” diyor.
Sâbiîler peygamberler hakkında, “bizim gibi ölümlü insanlardır. Şu halde, biz onlara neden itaat edecekmişiz?” diyorlar, İslamoğlu da âyete fazladan bir kelime ekleyerek, Peygamberimiz’in “Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım” dediğini kaydediyor.
Peki, İslamoğlu ve Musa Cârullah’ın bu cümlelerini okuyanlar, Sâbiîlerin dediği gibi, “Nasıl olsa peygamberler de bizim gibi imiş. Öyleyse bizim peygamberlere bağlanmamızı zorunlu kılan hangi özellikleri vardır?” derlerse bunun vebali kimin olacaktır?
Hem Cârullah hem de onu örnek gösteren İslamoğlu, “Öyleyse ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir” diyerek, okuyucularına diğer insanları Peygamberimiz’le aynı seviyede göstermiyor mu?
Cârullah daha da ileri gidiyor. Hem Peygamberimiz’e iftira ediyor hem de büyük bir yanlışa düşüyor.
“Bu âyette Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor” diyerek Peygamberimiz’e iftira ediyor.
Peygamberimiz, kendisinin de bir insan olduğunu söylemekle, peygamberlik makamını bir kenara bırakıp kendisini diğer insanlar seviyesinde göstermez. Zira arada diğer insanların erişmeleri mümkün olmayan peygamberlik makamı vardır.
Peygamberimiz böyle bir şey yapmadığı halde, “Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor” demek ona karşı yapılan açıkça bir iftiradır.
Gelelim yanlışına…
Cârullah’ın yanlışı yine aynı cümlesinde. O cümlesi şuydu:
“Bu âyette Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor.”
Şimdi, be câhil üstü câhil adam demeyelim de ne diyelim!
Âyet peygamber sözümü ki, bu âyette Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim etmiş olsun?
Böyle bir kimseye bir de âlim nazarıyla bakmaları yok mu, insanı hepten kahrediyor yani…
PEYGAMBERLER NİÇİN GELMİŞ?..
Değerli okuyucu!
Herkesin bildiği gibi, peygamberler insanlar üzerinde iki gayeyi gerçekleştirmek için gönderilirler: Îman ve amel.
Diğer bir ifadeyle inanç ve ibâdet…
Bir insan topluluğunda bu ikisi gerçekleşirse, o toplumda kendiliğinden soysal değişiklik de gerçekleşir.
Elimizdeki eşi menendi bulunmayan ÜÇ MUHAMMED isimli kitap ise, peygamberler hakkında eşi menendi bulunmayan daha değişik bilgiler veriyor. Diyor ki.
“Her peygamber , biri akîdevî (inanç) diğeri sosyal olmak üzere, iki amacı gerçekleştirmek için gelmiştir.” (Sa: 148)
Peki ibâdet nerede?
Akîdeyi anladık da ibâdet nerede?
Yok!!!
Peki ibâdetsiz din olur mu?
İbâdeti olmayan bir îman insanı cehennemden kurtarmaya kâfi mi?
Asla!!!
Öyleyse, yukarıdaki yanlışlığı şu şekilde düzeltmek bizim vazifemizdir:
Bütün peygamberler, hem doğru imanı/inancı gerçekleştirmek, hem de insanları Allah’a ibâdete yönlendirmek için gelmişlerdir.
Bunun tersine yanlış bilgiler vererek, Müslümanları yanlış düşüncelere yönlendirmenin lüzumu olmasa gerek!..
KULLANDIĞIM KELİMELERE BAK, NE DEDİĞİMİ ANLA…
İnsanlar, ya yazı veya sözle anlaşırlar. Onun için, başkalarına aktarılmak istenen bir fikrin anlaşılabilmesi için, kullanılan kelimeler muhatabın anlayacağı seviyede olmalıdır. Yoksa hiçbir işe yaramaz.
Gerçi kullanılan kelimeler anlaşılır seviyede olmadığı halde boşa gitmediği de oluyor. Çünkü bir söz veya yazı sadece muhataba bir şeyler aktarmak için değil, bazen de bir tavır sergilemek için kullanılır. O durumda da kullanılan kelimeler boşa gitmemiş, o tavrı sergilemek için konuşulmuş veya yazılmış olur.
Daha açık söyleyelim.
Bir yazar veya hatip, muhatabının anlayış seviyesini bildiği halde, bile bile onun anlayış seviyesinin üstünde bir üslup kullanıyorsa, onun gayesi karşısındaki şahıslara bir şeyler anlatmak değildir.
Ya nedir?
Onlara kendisinin bilgiç bir kimse olduğunu hissettirmek ve “Vay bee! Neler biliyor” dedirtmektir. Yoksa aklı başında bir kimseyse niçin anlaşılmaz kelimeler kullansın ki!
Dinî kitaplarda kullanılan kelimeler bellidir. Bu kelimelerle yapılan konuşmalar ve kaleme alınan yazılar, muhataplar tarafından kolayca anlaşılır.
Peki Peygamberimiz’le ilgili bir kitap okurken, “Semantik, hermetik, hermenötik, ideomatik, metaforik, ironik, ereksel, düalist, formelizm vb…” gibi kelimelerle karşılaşırsanız ne anlarsınız?
Tabii ki hiçbir şey.
Belki siz anlarsınız ama birçok kimsenin bu kelimelerden bir şey anlamayacağı açık.
Niçin?
Çünkü bu kelimeler İslâmî meseleleri anlatırken kullanılan kelimeler değil de ondan.
Gelin görün ki yazar Mustafa İslamoğlu ÜÇ MUHAMMED kitabında bu kelimeleri kullanıp okuyucularını bu kelimelerle baş başa bırakıveriyor. İşte o kelimelerin bulunduğu sahifeler: 111, 112, 113, 125, 144.
Niçin böyle yapıyor dersiniz?.
Tabii ki, “Bakın! Ben böyle kelimeleri de biliyorum” demek için değildir…
13.05.2013
Ali Eren / Haberkita.com
Kur'an ne buyuruyor, bu zat ne diyor?
Kur'an ne buyuruyor, bu zat ne diyor?
ÜÇ MUHAMMED isimli kitabın çelişkilerini/tenâkuzlarını ve Müslümanlara attığı çamurları yaza yaza bitiremiyorum.
Tabii ki siz de okuya okuya bitiremiyorsunuz. Bu kitabı baştan beri
okuyanlar, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabın yazarının ismini ezberlemişlerdir.
Artık ismini yazmaya bile ihtiyaç duymadığım yazarın kitabı, sonundaki
“Kaynakça”sıyla beraber 292 sahife. Ben şu anda kitabın 146.
sahifesindeyim.
Yazar, bu sahifede lafı velilerin büyüklerinden Muhyiddin-i Arabî kuddise sirruh Hazretleri’ne getirerek, “Pisagorcu Hermetik irfan okulunun hocaları elinde yetişmiş olan İbn Arabî…” diye söze başlıyor.
Gayesi baştan belli; karalamak. Ama bir bahane bulması lâzım. Buluyor da…
Mübârek zatın, “Kalbim vasıta olmaksızın Rabbimden haber verdi ki…” sözünü ele alıyor. Bu sözü şöyle değerlendiriyor:
“Kasdettiği “vasıta” elbette Peygamber idi. Çünkü, ancak peygamberler Allah’tan vahiy alırlar ve ancak onlar Allah’ın kelamına aracılık ederlerdi…”
Yazar, Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin böyle söylemekle kendisini peygamber gibi gördüğünü söylemek istiyor. Ama onu tenkit edeceğim derken daha ilk adımda kendisi yanlışa düşüyor.
Önce şunu hatırlatalım:
Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, yanlış kanaatlara sahip olacaklarını bildiği için, kendisini anlamayanların, eserlerini okumalarını zaten uygun görmüyor. Zira tasavvufun tadından tatmayanlar, tasavvuf erbabının sözünü de anlayamazlar. Onun için, Bay Yazar’dan da Muhiddin-i Arabi Hazretleri’ni anlaması beklenmez.
Ancak, yukarıdaki “Kalbim vasıta olmaksızın Rabbimden haber verdi” sözü, öyle derin mânâlar taşıyan bir söz olmadığı için anlaşılmayacak bir söz değil. Mübârek zatın ne dediği, ne demek istediği ortada. Bunu anlamak için azıcık ilim, azıcık dikkat ve en önemlisi azıcık iyi niyet yeter. Yeter ki, okuyan iyi niyetle okusun ve okuduğunu anlayabilecek bir kabiliyete sahip olsun.
Ama Bay Yazar anlayamıyor veya anlamak istemiyor, onun için de tenkide yöneliyor. Anlayamadığına göre, acaba onda eksik olan ne? İlim mi, iyi niyet mi yoksa anlama kabiliyeti mi?
Eksik olan hangisi olursa olsun, bu hal, İslam topluluğunu, “Anlama problemi hastalığı taşımakla” suçlayan bu yazara, hiç mi hiç yakışmıyor. Ve bilmiyor ki kendisi aynı hastalıkla ma’lûl…
“Kalbim vasıta olmaksızın Rabbimden haber verdi” sözünü ele alan Yazar, kendince değerlendirmeye kalkışarak, “Kasdettiği “vasıta” elbette Peygamber idi. Ancak peygamberler Allah’tan vahiy alırlar” diyerek gülünç duruma düşüyor.
BU GÜLÜNÇ HALİ İBRETLİK…
Eğer sıradan bir kimse olsaydı, onun böyle bir anlama problemi hastalığına düşmesi normal görülebilirdi. Dolayısıyla ne gülünç duruma düşmüş olurdu ne de biz kendisine gülerdik.
Gel gör ki, bu şahıs kendisini öyle yüksek bir yerde görüyor ki, Kur’an-ı Kerim’e mânâ vermek ve o meydanda söz sahibi olmak iddiasıyla ortada perende atıyor. Tarihteki derya gibi İslam âlimlerini –haddi olmadığı halde, haddini aşarak- dalga geçerek tenkit etmeye kalkışıyor. İslam fıkhını altüst etmek için de var gücüyle çalışıyor.
Öyleyse, biz de onun bu yanlışlarını hem tenkit edeceğiz hem de gülünecek haline gülebildiğimiz kadar güleceğiz.
Şimdi gelelim Bay Yazar’ın anlama problemli hatasına ve gülünç haline:
Yazar bir kere, Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin “Kalbim vasıta olmaksızın Rabbimden haber verdi” sözünden, onun kalbini okumaya kalkışıyor ve “Bana vahiy geldi” demek istediğini iddia ediyor. Buna itiraz olarak da, “Ancak peygamberler Allah’tan vahiy alırlar” diyor.
Kur’an-ı Kerim’e mânâ vermek iddiasındaki bir kişinin böyle bir değerlendirmeye gitmesine sadece gülünür. Çünkü, vahiy alanlar sadece peygamberler değildir. Buna birçok âyet delildir.
Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz şöyle buyuruyor:
a) “Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve (halkın sizin için) kurdukları çardaklardan (göz göz) evler edin.” (Nahl sûresi, âyet: 68)
b) “Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti.” (Fussılet sûresi, âyet: 12)
c) “Çünkü şüphe yok, Rabbin ona (yeryüzüne) vahyetmiştir.” (Zilzal sûresi, âyet: 5)
d) “Hani Rabbin meleklere, ‘Muhakkak ki ben sizinle beraberim. Haydi iman edenlere destek olun. Ben kâfirlerin yüreklerine korku salacağım. Vurun boyunlarına! Vurun onların bütün parmaklarına’ diye vahyediyordu.” (Enfal sûresi, âyet: 12)
Demek ki, Rabbimiz bal arısına da, göklere, yeryüzüne ve meleklere de vahyetmiş.
Yani, Bay Yazar “Ancak peygamberler Allah’tan vahiy alırlar” derken, sadece fena halde yanılmakla kalmıyor, Kur’an ilminden bîbehre ve âyetlerden bîhaber olduğunu da ortaya koymuş oluyor.
Sadece bu yanlışıyla kalsa iyi. Peygamberler hakkındaki, “Ancak onlar Allah’ın kelamına aracılık ederlerdi” sözü de yanlış…
Cebrâil Aleyhisselam, Allah ile peygamberleri arasında Allah’ın kelamına aracılık etmemiş midir?
Böyle sayısız yanlışlarına bakmadan, bir de Muhiddin-i Arabî Hazretleri’ni İslama zıt fikirlerle suçlaması yok mu, eh bu kadar olur yani…
Ama o hâlâ hızını alamıyor ve kendi haline bakmadan Muhiddin-i Arabî Hazretleri’ni aynı sahifede acımasız bir şekilde, İslam dışı bir vasıfla, kâhinlikle, kehânette bulunmakla suçlamaktan geri kalmıyor.
KENDİ SIĞ BİLGİSİNE BAKMADAN…
İnsan, âlimlerin eserlerini tenkit niyetiyle ve sığ bir bilgiyle okursa aklı tabii ki o eserlerdeki derin bilgileri kavrayamaz. İyi niyetli kimselerin yapacağı şey, İslam âlimlerine karşı kılıç sıyırıp hücum etmek değil, anlamakta güçlük çektiği meseleleri anlamaya çalışmaktır.
Yapılması gereken bu olduğu halde, bir kimse anlama eksikliğiyle kalmayıp okuduklarına bir de itiraz ederse ona ne demeli bilmem? Bay Yazar’ın hali işte bu.
Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin bir sözünü okumuş, bilgi eksikliğinden dolayı anlayamamış, oturup bilgisizliğini gidermek için çalışmak yerine basmış itirazı. İtiraz ettiği söz şu:
“Allah’ın büyük kulları, kendi zamanlarında nübüvvet devrine nisbetle nebiler mesabesinde olmaktadır.”
Bay Yazar, eğer Peygamberimiz’in “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” hadis-i şerifini ve “Benim ümmetimin âlimleri İsrailoğullarının peygamberleri gibidir” hadisini öğrenip içine sindirebilseydi, Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin sözünün bu hadis-i şeriflere ters düşmediğini bilir ve ilim sahibi olmayanların bile düşmeyeceği böyle basit yanlışlara imza atmaz ve gülünç duruma düşmezdi…
BİR GÜLÜNÇ HAL DAHA…
Başka bir konu:
Değerli okuyucu! Felsefe ayrı İslam ayrıdır. Çünkü İslam ilâhîdir felsefe ise insânî. Onun için İslam itikadı, felsefeyle taban tabana zıttır. Onun için, İslam itikad / inanç kitaplarında, sıkı sık “İslam âlimleri şöyle diyorlar, felsefeciler ise şöyle söylüyorlar” cümlelerine rastlanır.
Din, geldiği toplumun hayatını Allah’ın istediği şekilde değiştirme gayesini güttüğü halde, felsefede bu yoktur. Nitekim Bay Yazar da, “Felsefe doğası gereği hayatı değiştirme iddiası taşıyamaz” diyerek bu gerçeği kendisi de kabul ediyor. (Üç Muhammed, sa: 148)
Ediyor etmesine de, tenakuzlardan / çelişkilerden bir türlü kurtulamadığı için, aynı sahifenin ilk satırına “Çağdaş bir İslam felsefecisi” tabirini oturtarak, bir tenakuza daha imza atıyor, tenakuz yumağına bir yenisini daha ekliyor ve bir defa daha gülünç duruma düşüyor.
PEYGAMBERİMİZ’İ İNKÂR EDENİN KÂFİR OLDUĞUNDA ŞÜPHE Mİ VAR?..
Dinlerarası Diyalog fedaileri, “Peygamberimiz’e inanmayanların da cennete gideceklerini” söylüyorlardı, Mustafa İslamoğlu nâm yazar ise, “Peygamberimiz’in peygamberlik misyonunu yok sayanlar” hakkında tereddütte; kesin hüküm veremiyor yani.
Bakın ne diyor:
“En aşırı söylemlerle çıkan guruplar da dahil hiçbir müslümanın, Hz. Peygamber’in peygamberlik misyonunu yok sayması ya da inkar etmesi söz konusu olmamıştır. Bu düşünülemeyecek bir şeydir. Böyle bir şeyin olması durumunda, o kişi ya da kişilerin müslümanlıkla ilgileri tartışmalı hale gelecektir.” ( Üç Muhammed, sa: 152)
Gördünüz mü büyük tefsircinin(!) yazdıklarını!!!
Kur’an-ı Kerim, birçok âyette Peygamberimiz’e inanmayanların kâfir olduklarını açık açık bildirdiği halde, Bay İslamoğlu aksi iddiada bulunarak “Bu mesele tartışmalıdır” diyor.
Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem de, kendisinin peygamberliğini kabul etmeyenlerin imansız olup cehennemde ebedî olduklarını birçok hadis-i şeriflerinde bildirdiği halde, Mustafa İslamoğlu, “Böyle kimselerin Müslümanlıkla ilgilerinin tartışmalı olduğunu” söylüyor.
Değerli okuyucu! Öyleyse ben de soruyorum:
Bu durumda bu zat neye ve kime karşı çıkmış oluyor?
Neyin ve kimin verdiği karara itiraz etmiş oluyor?
Onu ben söylemeyeyim siz söyleyin…
HİÇ “İLİM-MİLİM BOŞ” DİYEN MÜSLÜMAN DUYDUNUZ MU?..
Yazarın Üç Muhammed isimli kitabında şöyle bir başlık var:
“ÜÇ DİSİPLİN VE ÜÇ AYRI PEYGAMBER TASAVVURU” (Sa: 194)
Yazar, bu başlık altında, örnek olarak Ebû Zerr radıyallâhü anhten şu hadis-i şerifi naklediyor:
“Rasûlüllah ile birlikte, gün batımı vaktinde mesciddeydim. Bunun üzerine o dedi ki: “Güneşin nereye battığını biliyor musun?” Ben de “Allah ve Elçisi doğrusunu bilir” dedim. Bunun ardından dedi ki: Allah’ın hükümranlığı altında (tahte’l-arş) secde etmeye gitti. İşte yüce Allah’ın “Ve güneş de kendine ait sabit bir güzergâhda akıp gider; bu, İzzet sahibi ve Her Şeyi Bilen’in iradesinin sonucudur.” (36.38)
Buradaki cümle düşüklüğü Mustafa İslamoğlu’na ait. Ben sadece naklediyorum.
Yazar, yukarıda okuduğunuz hadis-i şerifle alâkalı olarak, “Bu haber karşısında, farklı düşünce yapılarına mensup insanların alabilecekleri muhtemel tavırları dört maddede toplayabiliriz” deyip değerlendirmeye geçiyor. Bu dört gurup içinde, kitap boyunca en çok kafa taktığı kimseler, kendi isimlendirmesiyle “Yüceltmeci tavır”a sahip müslümanlardır.
Yazar kimseden bir şey duymadığı halde, kendi tahmin, muhayyile ve kurgusuna göre bu kimselerin yukarıdaki hadis-i şerif hakkında şöyle söyleyebileceklerini yazıyor:
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem söylemişse öyledir, ben bunu bilir buna inanırım; bilim milim boş. Güneş secde etmeye gitmiştir.” (Sa: 195)
İslamoğlu burada, Peygamberimiz’in her söylediğine kayıtsız şartsız inanan kimseleri basit göstermek için bir kurnazlık yapıyor. Böyle kimselerin ilme bilime değer vermeyecek kimseler olduğunu îmâ ediyor.
Halbuki, “Resulüllah ne demişse doğrudur, ben bunu bilir buna inanırım” diyen bir insan, “Bilim milim boş” der mi hiç? Ama kurnaz yazarımız, Resûlüllah’ın her sözüne inanan kimseleri işte böyle göstermek gayretinde.
Bir müslümanın, “Resûlüllah ne demişse doğrudur, ben bunu bilir buna inanırım”demesinden daha normal ne olabilir?
Peygamberimiz Mirac’dan döndükten sonra, müşrikler Hazreti Ebû Bekir Efendimiz’e gidip, “Seninki ne diyor biliyor musun? Bu gece Kudüs’e Mescid-i Aksâ’ya gittiğini, oradan da göklere çıktığını söylüyor” dediklerinde, O, “Bu söylediklerinizi o mu söylüyor?” diye sordu. Müşrikler, “Evet o söylüyor” dediklerinde, Hazreti Ebûbekir, “O söylüyorsa doğrudur” demiş, bunun üzerine kendisine “Sıddık” ünvanı verilmiştir.
Hazreti Ebû Bekir Efendimiz’in tavrında görüldüğü gibi, bir müslümanın, “Resulüllah ne demişse doğrudur, ben bunu bilir buna inanırım” demesi zaten imanının gereğidir. Diğer Müslümanlara düşen de böyle söyleyen müslümanı küçümsemek değil takdir etmektir…
Ama İslamoğlu hiç de öyle yapmıyor. Aksine, böyle söyleyeceğini kabul ettiği Müslümanları, “Bilim milim boş” diyecek olan câhil ve anlayışı kıt kimseler olarak tanıtıyor. Demek istiyor ki, “Resulüllah ne demişse doğrudur, ben bunu bilir buna inanırım”diyecek olanlar, “Bilim milim boş” diyecek olan basit kimselerdir.
NASIL OLMALIYMIŞ?..
İslamoğlu, yukarıdaki hadis-i şerif karşısında müslümanın tavrının nasıl olması gerekteğini “Makul mü’min tavrı” başlığıyla şöyle izah ediyor:
“Durun bakalım, önce haberin Hz. Peygamber’e nisbetinin doğruluğunu araştıralım. Eğer o doğruysa, ondan sonra metnin Kur’an’a ve fiilî sünnete uygunluğunu araştıralım. Orda da sorun yoksa o zaman bizde bir anlama problemi” var demektir; anlayıncaya kadar üzerinde düşünelim.” (Sa: 195)
Değerli okuyucu!
Son kısım hariç buna kim itiraz edebilir!.. Keşke imkanımız olsa da araştırsak…
Önce yazarın sözünün, kabul etmediğimiz son kısmından başlayalım. Orada, “Anlayıncaya kadar üzerinde düşünelim” demek icap ettiğini söylüyor. Kendince kurnazlık yapıyor ama gülünç duruma düştüğünden haberi yok.
“Anlayıncaya kadar üzerinde düşünelim” ne demek? Herhangi bir hadisi bir ömür boyu anlamazsak kabul etmeyecek miyiz??? O zaman anlaşılmıyorsa, beklemekle anlaşılacak mı?
İslamda; sebep ve hikmetini anlayamadığımız bir sürü mesele var. Her meseleyi araştırıp anladıktan sonra mı kabul edeceğiz? Buna ömür yeter mi? Anlayamadıklarımızı ret mi edeceğiz?
Bize düşen, anlasak da anlamasak da gerçeklere teslim olup önce toptan kabul etmektir. Sonra Allah lütfeder onların hikmetlerini anlatırsa ne âlâ. Anlatmazsa, anlamadan da inanır kabul eder ve öyle yaşamaya devam ederiz.
Çünkü dinimiz teslimiyet dinidir. Bâtıla ve düşmana değil gerçeğe teslimiyet…
Yazar, hadis-i şerifi hemen kabul etmeyip önce şöyle denilmesini istiyordu:
“Durun bakalım, önce haberin Hz. Peygamber’e nisbetinin doğruluğunu araştıralım. Eğer o doğruysa, ondan sonra metnin Kur’an’a ve fiilî sünnete uygunluğunu araştıralım.”
RESÛLÜLLAH’A İTİMADIMIZ YOK MU?..
Buna kimsenin bir şey diyeceği olmaz da, kurnazlık yapmaya da lüzum yok Bay İslamoğlu.
Çünkü:
İslam dini yeni gelmiş değil. Dolayısıyla hadis-i şerifler 14 asır önce söylenmiş olan Peygamber sözleridir. 14 asırdır da biliniyor. Bütün hadis-i şerifler hakkında, çoktan “Hazreti Peygamber’e nisbetinin doğruluğunu araştıralım” denilmiş, araştırılmış ve hadisler nakd-i rical, metin ve râvi tenkidini geçmiş ve Müslümanlar tarafından kabul edilmiş bulunuyor.
Bunun böyle olduğunu siz da bal gibi biliyorsunuz. Bildiğiniz halde, 14 asır sonra ne düşünceyle bu meseleyi hâlâ kurcalayarak “Hazreti Peygamber’e nisbetinin doğruluğunu araştıralım” diyorsunuz?
Dediğim gibi, zaten araştırılacağı kadar araştırılmış.
Hani siz hadisleri dışlayanları tenkit ediyordunuz?
Ne oldu da 14 asır sonra kendiniz böyle bir araştırmaya tekrar ihtiyaç duyuyorsunuz?
Yoksa, “Eski âlimlerin yaptıkları kâfi değil; hadisler yeni baştan tekrar araştırılmalı. Onu da yapsak yapsak biz yaparız” mı demek istiyorsunuz?
Doğrusu teklifinizden ciddi mânâda işkilleniyorum. Çünkü, baksanıza bir hadis-i şerifin Hazreti Peygamber’e nisbetinin doğru olmasını kafi görmüyor, ondan sonra “Doğru olsa bile bu metnin Kur’an’a ve fiilî sünnete uygunluğunu araştıralım” diyorsunuz.
Buyurun araştırın, ama bir hadisin Hazreti Resûlüllah tarafından söylendiği kesinse siz daha neyi araştıracaksınız?
Hâşâ, Hazreti Resûlüllah’ın sözünün Kur’an’a ve ve fiilî sünnete ters olup olmadığını mı?
Hazreti Resûlüllah’ın, sözünün fiiline ters düşmesi mümkün mü?
Resûlüllah’ın, söylediği başka yaptığı başka olabilir mi ki, onun ağzından çıkan bir sözün kendi yaptığına da uyup uymadığına bakacaksınız?
Hazreti Resûlüllah’ın sözü özü bir olmayacaksa kimin olacak?
Siz Hazreti Resûlüllah hakkında böyle bir ihtimal mi görüyorsunuz ki, “Söylediği kesinse fiilî sünnete yani yaptığına uyup uymadığına da bakılması gerektiğini” söylüyorsunuz?
Bu nasıl bir Müslüman tavrıdır Allah aşkına?
İslam tarihinin herhangi bir safhasında böyle bir tavrın olduğuna, böyle bir müslüman tavrının bulunduğuna dair bilgi sahibi olan varsa Allah rızası için bildirsin…
Teklifim aynı zamanda, Sayın İslamoğlu’na:
Sayın İslaomoğlu!
Peygamberimiz’den beri, hadis-i şerifler hakkında, sünnî olsun şiî olsun, sizden başka böyle bir teklifte ve itirazda bulunan kimse olmuş mudur?
Yazar, bu sahifede lafı velilerin büyüklerinden Muhyiddin-i Arabî kuddise sirruh Hazretleri’ne getirerek, “Pisagorcu Hermetik irfan okulunun hocaları elinde yetişmiş olan İbn Arabî…” diye söze başlıyor.
Gayesi baştan belli; karalamak. Ama bir bahane bulması lâzım. Buluyor da…
Mübârek zatın, “Kalbim vasıta olmaksızın Rabbimden haber verdi ki…” sözünü ele alıyor. Bu sözü şöyle değerlendiriyor:
“Kasdettiği “vasıta” elbette Peygamber idi. Çünkü, ancak peygamberler Allah’tan vahiy alırlar ve ancak onlar Allah’ın kelamına aracılık ederlerdi…”
Yazar, Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin böyle söylemekle kendisini peygamber gibi gördüğünü söylemek istiyor. Ama onu tenkit edeceğim derken daha ilk adımda kendisi yanlışa düşüyor.
Önce şunu hatırlatalım:
Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, yanlış kanaatlara sahip olacaklarını bildiği için, kendisini anlamayanların, eserlerini okumalarını zaten uygun görmüyor. Zira tasavvufun tadından tatmayanlar, tasavvuf erbabının sözünü de anlayamazlar. Onun için, Bay Yazar’dan da Muhiddin-i Arabi Hazretleri’ni anlaması beklenmez.
Ancak, yukarıdaki “Kalbim vasıta olmaksızın Rabbimden haber verdi” sözü, öyle derin mânâlar taşıyan bir söz olmadığı için anlaşılmayacak bir söz değil. Mübârek zatın ne dediği, ne demek istediği ortada. Bunu anlamak için azıcık ilim, azıcık dikkat ve en önemlisi azıcık iyi niyet yeter. Yeter ki, okuyan iyi niyetle okusun ve okuduğunu anlayabilecek bir kabiliyete sahip olsun.
Ama Bay Yazar anlayamıyor veya anlamak istemiyor, onun için de tenkide yöneliyor. Anlayamadığına göre, acaba onda eksik olan ne? İlim mi, iyi niyet mi yoksa anlama kabiliyeti mi?
Eksik olan hangisi olursa olsun, bu hal, İslam topluluğunu, “Anlama problemi hastalığı taşımakla” suçlayan bu yazara, hiç mi hiç yakışmıyor. Ve bilmiyor ki kendisi aynı hastalıkla ma’lûl…
“Kalbim vasıta olmaksızın Rabbimden haber verdi” sözünü ele alan Yazar, kendince değerlendirmeye kalkışarak, “Kasdettiği “vasıta” elbette Peygamber idi. Ancak peygamberler Allah’tan vahiy alırlar” diyerek gülünç duruma düşüyor.
BU GÜLÜNÇ HALİ İBRETLİK…
Eğer sıradan bir kimse olsaydı, onun böyle bir anlama problemi hastalığına düşmesi normal görülebilirdi. Dolayısıyla ne gülünç duruma düşmüş olurdu ne de biz kendisine gülerdik.
Gel gör ki, bu şahıs kendisini öyle yüksek bir yerde görüyor ki, Kur’an-ı Kerim’e mânâ vermek ve o meydanda söz sahibi olmak iddiasıyla ortada perende atıyor. Tarihteki derya gibi İslam âlimlerini –haddi olmadığı halde, haddini aşarak- dalga geçerek tenkit etmeye kalkışıyor. İslam fıkhını altüst etmek için de var gücüyle çalışıyor.
Öyleyse, biz de onun bu yanlışlarını hem tenkit edeceğiz hem de gülünecek haline gülebildiğimiz kadar güleceğiz.
Şimdi gelelim Bay Yazar’ın anlama problemli hatasına ve gülünç haline:
Yazar bir kere, Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin “Kalbim vasıta olmaksızın Rabbimden haber verdi” sözünden, onun kalbini okumaya kalkışıyor ve “Bana vahiy geldi” demek istediğini iddia ediyor. Buna itiraz olarak da, “Ancak peygamberler Allah’tan vahiy alırlar” diyor.
Kur’an-ı Kerim’e mânâ vermek iddiasındaki bir kişinin böyle bir değerlendirmeye gitmesine sadece gülünür. Çünkü, vahiy alanlar sadece peygamberler değildir. Buna birçok âyet delildir.
Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz şöyle buyuruyor:
a) “Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve (halkın sizin için) kurdukları çardaklardan (göz göz) evler edin.” (Nahl sûresi, âyet: 68)
b) “Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti.” (Fussılet sûresi, âyet: 12)
c) “Çünkü şüphe yok, Rabbin ona (yeryüzüne) vahyetmiştir.” (Zilzal sûresi, âyet: 5)
d) “Hani Rabbin meleklere, ‘Muhakkak ki ben sizinle beraberim. Haydi iman edenlere destek olun. Ben kâfirlerin yüreklerine korku salacağım. Vurun boyunlarına! Vurun onların bütün parmaklarına’ diye vahyediyordu.” (Enfal sûresi, âyet: 12)
Demek ki, Rabbimiz bal arısına da, göklere, yeryüzüne ve meleklere de vahyetmiş.
Yani, Bay Yazar “Ancak peygamberler Allah’tan vahiy alırlar” derken, sadece fena halde yanılmakla kalmıyor, Kur’an ilminden bîbehre ve âyetlerden bîhaber olduğunu da ortaya koymuş oluyor.
Sadece bu yanlışıyla kalsa iyi. Peygamberler hakkındaki, “Ancak onlar Allah’ın kelamına aracılık ederlerdi” sözü de yanlış…
Cebrâil Aleyhisselam, Allah ile peygamberleri arasında Allah’ın kelamına aracılık etmemiş midir?
Böyle sayısız yanlışlarına bakmadan, bir de Muhiddin-i Arabî Hazretleri’ni İslama zıt fikirlerle suçlaması yok mu, eh bu kadar olur yani…
Ama o hâlâ hızını alamıyor ve kendi haline bakmadan Muhiddin-i Arabî Hazretleri’ni aynı sahifede acımasız bir şekilde, İslam dışı bir vasıfla, kâhinlikle, kehânette bulunmakla suçlamaktan geri kalmıyor.
KENDİ SIĞ BİLGİSİNE BAKMADAN…
İnsan, âlimlerin eserlerini tenkit niyetiyle ve sığ bir bilgiyle okursa aklı tabii ki o eserlerdeki derin bilgileri kavrayamaz. İyi niyetli kimselerin yapacağı şey, İslam âlimlerine karşı kılıç sıyırıp hücum etmek değil, anlamakta güçlük çektiği meseleleri anlamaya çalışmaktır.
Yapılması gereken bu olduğu halde, bir kimse anlama eksikliğiyle kalmayıp okuduklarına bir de itiraz ederse ona ne demeli bilmem? Bay Yazar’ın hali işte bu.
Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin bir sözünü okumuş, bilgi eksikliğinden dolayı anlayamamış, oturup bilgisizliğini gidermek için çalışmak yerine basmış itirazı. İtiraz ettiği söz şu:
“Allah’ın büyük kulları, kendi zamanlarında nübüvvet devrine nisbetle nebiler mesabesinde olmaktadır.”
Bay Yazar, eğer Peygamberimiz’in “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” hadis-i şerifini ve “Benim ümmetimin âlimleri İsrailoğullarının peygamberleri gibidir” hadisini öğrenip içine sindirebilseydi, Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin sözünün bu hadis-i şeriflere ters düşmediğini bilir ve ilim sahibi olmayanların bile düşmeyeceği böyle basit yanlışlara imza atmaz ve gülünç duruma düşmezdi…
BİR GÜLÜNÇ HAL DAHA…
Başka bir konu:
Değerli okuyucu! Felsefe ayrı İslam ayrıdır. Çünkü İslam ilâhîdir felsefe ise insânî. Onun için İslam itikadı, felsefeyle taban tabana zıttır. Onun için, İslam itikad / inanç kitaplarında, sıkı sık “İslam âlimleri şöyle diyorlar, felsefeciler ise şöyle söylüyorlar” cümlelerine rastlanır.
Din, geldiği toplumun hayatını Allah’ın istediği şekilde değiştirme gayesini güttüğü halde, felsefede bu yoktur. Nitekim Bay Yazar da, “Felsefe doğası gereği hayatı değiştirme iddiası taşıyamaz” diyerek bu gerçeği kendisi de kabul ediyor. (Üç Muhammed, sa: 148)
Ediyor etmesine de, tenakuzlardan / çelişkilerden bir türlü kurtulamadığı için, aynı sahifenin ilk satırına “Çağdaş bir İslam felsefecisi” tabirini oturtarak, bir tenakuza daha imza atıyor, tenakuz yumağına bir yenisini daha ekliyor ve bir defa daha gülünç duruma düşüyor.
PEYGAMBERİMİZ’İ İNKÂR EDENİN KÂFİR OLDUĞUNDA ŞÜPHE Mİ VAR?..
Dinlerarası Diyalog fedaileri, “Peygamberimiz’e inanmayanların da cennete gideceklerini” söylüyorlardı, Mustafa İslamoğlu nâm yazar ise, “Peygamberimiz’in peygamberlik misyonunu yok sayanlar” hakkında tereddütte; kesin hüküm veremiyor yani.
Bakın ne diyor:
“En aşırı söylemlerle çıkan guruplar da dahil hiçbir müslümanın, Hz. Peygamber’in peygamberlik misyonunu yok sayması ya da inkar etmesi söz konusu olmamıştır. Bu düşünülemeyecek bir şeydir. Böyle bir şeyin olması durumunda, o kişi ya da kişilerin müslümanlıkla ilgileri tartışmalı hale gelecektir.” ( Üç Muhammed, sa: 152)
Gördünüz mü büyük tefsircinin(!) yazdıklarını!!!
Kur’an-ı Kerim, birçok âyette Peygamberimiz’e inanmayanların kâfir olduklarını açık açık bildirdiği halde, Bay İslamoğlu aksi iddiada bulunarak “Bu mesele tartışmalıdır” diyor.
Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem de, kendisinin peygamberliğini kabul etmeyenlerin imansız olup cehennemde ebedî olduklarını birçok hadis-i şeriflerinde bildirdiği halde, Mustafa İslamoğlu, “Böyle kimselerin Müslümanlıkla ilgilerinin tartışmalı olduğunu” söylüyor.
Değerli okuyucu! Öyleyse ben de soruyorum:
Bu durumda bu zat neye ve kime karşı çıkmış oluyor?
Neyin ve kimin verdiği karara itiraz etmiş oluyor?
Onu ben söylemeyeyim siz söyleyin…
HİÇ “İLİM-MİLİM BOŞ” DİYEN MÜSLÜMAN DUYDUNUZ MU?..
Yazarın Üç Muhammed isimli kitabında şöyle bir başlık var:
“ÜÇ DİSİPLİN VE ÜÇ AYRI PEYGAMBER TASAVVURU” (Sa: 194)
Yazar, bu başlık altında, örnek olarak Ebû Zerr radıyallâhü anhten şu hadis-i şerifi naklediyor:
“Rasûlüllah ile birlikte, gün batımı vaktinde mesciddeydim. Bunun üzerine o dedi ki: “Güneşin nereye battığını biliyor musun?” Ben de “Allah ve Elçisi doğrusunu bilir” dedim. Bunun ardından dedi ki: Allah’ın hükümranlığı altında (tahte’l-arş) secde etmeye gitti. İşte yüce Allah’ın “Ve güneş de kendine ait sabit bir güzergâhda akıp gider; bu, İzzet sahibi ve Her Şeyi Bilen’in iradesinin sonucudur.” (36.38)
Buradaki cümle düşüklüğü Mustafa İslamoğlu’na ait. Ben sadece naklediyorum.
Yazar, yukarıda okuduğunuz hadis-i şerifle alâkalı olarak, “Bu haber karşısında, farklı düşünce yapılarına mensup insanların alabilecekleri muhtemel tavırları dört maddede toplayabiliriz” deyip değerlendirmeye geçiyor. Bu dört gurup içinde, kitap boyunca en çok kafa taktığı kimseler, kendi isimlendirmesiyle “Yüceltmeci tavır”a sahip müslümanlardır.
Yazar kimseden bir şey duymadığı halde, kendi tahmin, muhayyile ve kurgusuna göre bu kimselerin yukarıdaki hadis-i şerif hakkında şöyle söyleyebileceklerini yazıyor:
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem söylemişse öyledir, ben bunu bilir buna inanırım; bilim milim boş. Güneş secde etmeye gitmiştir.” (Sa: 195)
İslamoğlu burada, Peygamberimiz’in her söylediğine kayıtsız şartsız inanan kimseleri basit göstermek için bir kurnazlık yapıyor. Böyle kimselerin ilme bilime değer vermeyecek kimseler olduğunu îmâ ediyor.
Halbuki, “Resulüllah ne demişse doğrudur, ben bunu bilir buna inanırım” diyen bir insan, “Bilim milim boş” der mi hiç? Ama kurnaz yazarımız, Resûlüllah’ın her sözüne inanan kimseleri işte böyle göstermek gayretinde.
Bir müslümanın, “Resûlüllah ne demişse doğrudur, ben bunu bilir buna inanırım”demesinden daha normal ne olabilir?
Peygamberimiz Mirac’dan döndükten sonra, müşrikler Hazreti Ebû Bekir Efendimiz’e gidip, “Seninki ne diyor biliyor musun? Bu gece Kudüs’e Mescid-i Aksâ’ya gittiğini, oradan da göklere çıktığını söylüyor” dediklerinde, O, “Bu söylediklerinizi o mu söylüyor?” diye sordu. Müşrikler, “Evet o söylüyor” dediklerinde, Hazreti Ebûbekir, “O söylüyorsa doğrudur” demiş, bunun üzerine kendisine “Sıddık” ünvanı verilmiştir.
Hazreti Ebû Bekir Efendimiz’in tavrında görüldüğü gibi, bir müslümanın, “Resulüllah ne demişse doğrudur, ben bunu bilir buna inanırım” demesi zaten imanının gereğidir. Diğer Müslümanlara düşen de böyle söyleyen müslümanı küçümsemek değil takdir etmektir…
Ama İslamoğlu hiç de öyle yapmıyor. Aksine, böyle söyleyeceğini kabul ettiği Müslümanları, “Bilim milim boş” diyecek olan câhil ve anlayışı kıt kimseler olarak tanıtıyor. Demek istiyor ki, “Resulüllah ne demişse doğrudur, ben bunu bilir buna inanırım”diyecek olanlar, “Bilim milim boş” diyecek olan basit kimselerdir.
NASIL OLMALIYMIŞ?..
İslamoğlu, yukarıdaki hadis-i şerif karşısında müslümanın tavrının nasıl olması gerekteğini “Makul mü’min tavrı” başlığıyla şöyle izah ediyor:
“Durun bakalım, önce haberin Hz. Peygamber’e nisbetinin doğruluğunu araştıralım. Eğer o doğruysa, ondan sonra metnin Kur’an’a ve fiilî sünnete uygunluğunu araştıralım. Orda da sorun yoksa o zaman bizde bir anlama problemi” var demektir; anlayıncaya kadar üzerinde düşünelim.” (Sa: 195)
Değerli okuyucu!
Son kısım hariç buna kim itiraz edebilir!.. Keşke imkanımız olsa da araştırsak…
Önce yazarın sözünün, kabul etmediğimiz son kısmından başlayalım. Orada, “Anlayıncaya kadar üzerinde düşünelim” demek icap ettiğini söylüyor. Kendince kurnazlık yapıyor ama gülünç duruma düştüğünden haberi yok.
“Anlayıncaya kadar üzerinde düşünelim” ne demek? Herhangi bir hadisi bir ömür boyu anlamazsak kabul etmeyecek miyiz??? O zaman anlaşılmıyorsa, beklemekle anlaşılacak mı?
İslamda; sebep ve hikmetini anlayamadığımız bir sürü mesele var. Her meseleyi araştırıp anladıktan sonra mı kabul edeceğiz? Buna ömür yeter mi? Anlayamadıklarımızı ret mi edeceğiz?
Bize düşen, anlasak da anlamasak da gerçeklere teslim olup önce toptan kabul etmektir. Sonra Allah lütfeder onların hikmetlerini anlatırsa ne âlâ. Anlatmazsa, anlamadan da inanır kabul eder ve öyle yaşamaya devam ederiz.
Çünkü dinimiz teslimiyet dinidir. Bâtıla ve düşmana değil gerçeğe teslimiyet…
Yazar, hadis-i şerifi hemen kabul etmeyip önce şöyle denilmesini istiyordu:
“Durun bakalım, önce haberin Hz. Peygamber’e nisbetinin doğruluğunu araştıralım. Eğer o doğruysa, ondan sonra metnin Kur’an’a ve fiilî sünnete uygunluğunu araştıralım.”
RESÛLÜLLAH’A İTİMADIMIZ YOK MU?..
Buna kimsenin bir şey diyeceği olmaz da, kurnazlık yapmaya da lüzum yok Bay İslamoğlu.
Çünkü:
İslam dini yeni gelmiş değil. Dolayısıyla hadis-i şerifler 14 asır önce söylenmiş olan Peygamber sözleridir. 14 asırdır da biliniyor. Bütün hadis-i şerifler hakkında, çoktan “Hazreti Peygamber’e nisbetinin doğruluğunu araştıralım” denilmiş, araştırılmış ve hadisler nakd-i rical, metin ve râvi tenkidini geçmiş ve Müslümanlar tarafından kabul edilmiş bulunuyor.
Bunun böyle olduğunu siz da bal gibi biliyorsunuz. Bildiğiniz halde, 14 asır sonra ne düşünceyle bu meseleyi hâlâ kurcalayarak “Hazreti Peygamber’e nisbetinin doğruluğunu araştıralım” diyorsunuz?
Dediğim gibi, zaten araştırılacağı kadar araştırılmış.
Hani siz hadisleri dışlayanları tenkit ediyordunuz?
Ne oldu da 14 asır sonra kendiniz böyle bir araştırmaya tekrar ihtiyaç duyuyorsunuz?
Yoksa, “Eski âlimlerin yaptıkları kâfi değil; hadisler yeni baştan tekrar araştırılmalı. Onu da yapsak yapsak biz yaparız” mı demek istiyorsunuz?
Doğrusu teklifinizden ciddi mânâda işkilleniyorum. Çünkü, baksanıza bir hadis-i şerifin Hazreti Peygamber’e nisbetinin doğru olmasını kafi görmüyor, ondan sonra “Doğru olsa bile bu metnin Kur’an’a ve fiilî sünnete uygunluğunu araştıralım” diyorsunuz.
Buyurun araştırın, ama bir hadisin Hazreti Resûlüllah tarafından söylendiği kesinse siz daha neyi araştıracaksınız?
Hâşâ, Hazreti Resûlüllah’ın sözünün Kur’an’a ve ve fiilî sünnete ters olup olmadığını mı?
Hazreti Resûlüllah’ın, sözünün fiiline ters düşmesi mümkün mü?
Resûlüllah’ın, söylediği başka yaptığı başka olabilir mi ki, onun ağzından çıkan bir sözün kendi yaptığına da uyup uymadığına bakacaksınız?
Hazreti Resûlüllah’ın sözü özü bir olmayacaksa kimin olacak?
Siz Hazreti Resûlüllah hakkında böyle bir ihtimal mi görüyorsunuz ki, “Söylediği kesinse fiilî sünnete yani yaptığına uyup uymadığına da bakılması gerektiğini” söylüyorsunuz?
Bu nasıl bir Müslüman tavrıdır Allah aşkına?
İslam tarihinin herhangi bir safhasında böyle bir tavrın olduğuna, böyle bir müslüman tavrının bulunduğuna dair bilgi sahibi olan varsa Allah rızası için bildirsin…
Teklifim aynı zamanda, Sayın İslamoğlu’na:
Sayın İslaomoğlu!
Peygamberimiz’den beri, hadis-i şerifler hakkında, sünnî olsun şiî olsun, sizden başka böyle bir teklifte ve itirazda bulunan kimse olmuş mudur?
16.05.2013
Ali Eren / Haberkita.com
Efendimize ''Hazret'' dememekte niçin israr ediyorlar?
Daha kapağını bile açmadan, Müslümanların ismini görür görmez yadırgayacağı bir kitaptan bahsetmek istiyoruz:
Evet… Bu kitabın ismi Hazreti Muhammed değil, Muhammed Aleyhisselam değil, Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) değil. Hazret kelimesi kullanılmadan, yalın olarak verilen bir isim: ÜÇ MUHAMMED…
Kitabın yazarı, Mustafa İslamoğlu. “Muhammed” ismiyle kastettiği şahıs da tabii ki, sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz’dir…
Aytunç Aldındal’ın da Üç İsa isminde bir kitabı var. Ama onun İsa Aleyhisselam’ın ismini “Hazret”siz ve “Aleyhisselam”sız kullanmasından bize ne! Biz, sadece Peygamberimiz Aleyhisselam değil hangi peygamber olursa olsun, hepsini hürmet ifadesiyle anmalıyız. Ama İslamoğlu sanki “Ben Aytunç Altındal kadar olamaz mıyım! Onun kitabının ismine benzer bir kitap yazamaz mıyım!” dercesine, bir kitap yazmış ve onun kitabına verdiği ismin bir benzerini de o kendi kitabına vermiş. Aytunç Altındal Üç İsa demiş, İslamoğlu da Üç Muhammed demiş.
Ama nedense, Peygamberimiz’in isminin yanında “Hazret” gibi “Aleyhisselam” gibi “Sallallâhü aleyhi ve sellem” gibi hürmet ifade eden bir kelime koymadığı gibi, mensûbiyet/benimseme mânâsı taşıyan bir kelime de yok. Yani “Peygamberimiz” de dememiş.
Değerli okuyucu!
İster genç işter yaşlı olun, şimdiye kadar Hazret demeksizin, Aleyhisselam demeksizin, Peygamberimiz’i sadece “Muhammed” diye anan bir müslümana rastladınız mı?
Kaç yaşında olursanız olun, Peygamberimiz’i anarken kendiniz de hiç “Muhammed” dediniz mi?
Eminim ki ne siz böyle söylemiştinizdir, ne de böyle söyleyen bir müslümana rastlamışsınızdır. Çünkü bütün Müslümanlar, bunu bir hürmetsizlik kabul ederler ve Peygamberimiz’den “Muhammed” diye bahsetmekten hayâ ederler.
Müslümanları bırakın, bu ülkenin komünistleri bile Peygamberimiz’den bahsederken “Hazreti Muhammed” diyorlar.
Onun için, Mustafa İslamoğlu’nun yazmış olduğu kitaba “ÜÇ MUHMMED” ismini vermesini son derece mahzurlu bulduğumuzu ifade etmek istiyoruz. Ama yazarın kendisi kitabına böyle bir isim vermekte hiç mahzur görmüyor ve bu isimdeki bir kitapla müslümanlara Peygamberimiz (s.a.v.) hakkında nizâmât vermeye çalışıyor.
Nizâmât demiyelim de Müslümanlara şekil, daha doğrusu yeni bir şekil vermeye çalışıyor diyelim…
Aşağıda da okuyacağınız gibi, İslamoğlu, Peygamberimiz’e “Hazret” dememekte yalnız değil. Onunla aynı düşüncede olanların hepsi de aynı. Onlar da Allah dostlarını hürmetle anmıyorlar. Peygamberimiz onların dilinde “Hazret”siz, “Aleyhisselam”sız “Sallallâhü aleyhi ve sellem”siz, sadece Muhammed…
Bunlar, sadece Peygamberimiz hakkında değil bütün peygamberler (salevâtüllâhi aleyhim ecmâîn) hakkında da böyledirler. Onlara göre Hazreti Âdem, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa yok. Âdem aleyhisselam, İbrahim aleyhisselam, İsa aleyhisselam, Musa aleyhisselam da yok. Âdem, İbrahim, İsa, Musa var.
Peygamberler onların sanki ya asker arkadaşı veya çelik çomak oynadıkları oyun arkadaşı...
Onlar peygamberlerden böyle bahsededursun, bu memleketin solcuları bile meselâ Doğu Perinçek bile Peygamberimiz’den bahsederken, “Hazreti Muhammed” diyor. ibretlik değil mi?
ORTAK YÖNLERİ…
Yukarıda, “Bu hususta İslamoğlu yalnız değil” demiştik ya, o konuya geleyim. Meselâ İslamoğlu’nun sevdiği, beğendiği ve okuyucularına zaman zaman model olarak sunduğu birisi var:
Ali Şeriatî…
Peygamberimiz hakkında Ali Şeriatî’nin de bir kitabı var. Enteresandır, onun kitabının ismi de şöyle: Muhammed Kimdir.
Bakın! İslamoğlu gibi o da “Hazret” demiyor.
Hazret demediğine göre onun yerine hürmet ifadesi olarak başka bir ifade kullansa bari. Meselâ aleyhisselam diyor mu? Ne gezer!...
Hatta “Hazret” dememesi şöyle dursun, Peygamberimiz’e HAKARET EDİYOR!
Şaşırdınız değil mi değerli okuyucular? Evet evet, Ali Şeriatî Peygamberimiz’e basbayağı hakaret ediyor. Bu hakaretin nasıl bir hakaret olduğunu aşağıda okuyacaksınız.
Gelin görün ki Mustafa İslamoğlu da bazı ilâhiyat profesörleri de Ali Şeriatî’yi örnek bir şahsiyet olarak gösteriyorlar. Onların örnek şahsiyet olarak gösterdiği kişi işte böyle birisi.
Mustafa İslamoğlu da Ali Şeriatî de Peygamberimiz’e “Hazret” dememekte ortak. Birinin yazdığı kitabın ismi ÜÇ MUHAMMED diğerinin kitabının ismi
MUHAMMED KİMDİR?
Değerli okuyucu!
Bu makaleyi aslında Mustafa İslamoğlu’nu tanıtmak için kaleme almıştık. Ama söz onun hayran olduğu Ali Şeriatî’den açıldığı için konu ona kaydı. Olsun, mühim de değil. Çünkü ikisinden birini anlatınca zaten diğerini de anlatmış oluruz. Nitekim, “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” demezler mi? İslamoğlu ile Şeriatî de birbirlerinin fikir arkadaşı zaten. Üstelik İslamoğlu böyle bir arkadaşlıktan şeref de duyar...
EN BAŞTAN TAKİYYE…
Birkaç sene önceydi. Beyazıt Kütüphanesi Müdürü Merhum Şerafettin Kocaman’a uğramıştım. Şerafettin Bey konuşma sırasında, “Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED isimli kitabını okumak istedim. Fakat ancak yarısına kadar okuyabildim. Daha fazla tahammül edemeyip bıraktım” demişti. Onun üzerine merak ettim, ne pahasına olursa olsun bu kitabı okumalıyım deyip başladım. Daha ilk sahifelerde gerçekten bu kitaba tahammülün zor olduğunu anladım ama tahammülsüzlük kelimesini unutup kitabı bitirdim. Ve gördüm ki meğer Merhum Şerafettin Kocaman yerden göğe kadar haklıymış.
Neyse, biz İslamoğlu’nun sitayişle bahsettiği ve öve öve bitiremediği Ali Şeriatî’nin MUMAMMED KİMDİR kitabına bakalım ve “İnsanın eseri o insanın kendisidir” fehvasınca, Şeriatî’yi kendi eserinden tanıyalım.
Ali Şeriatî’nin elimizdeki bu eseri, 1988 Ankara baskılı. Basan Fecr Yayınevi.
Şeraitî, İranlı bir şiî. Bizde İranlılara acem derler. Dilimizdeki “Acem yalanı” sözünün sebebi de şu:
Malum, Şiîlikte takiyye diye bir şey var. Takiyye, gerçek inancını gizleyip, inancına ters şekilde konuşmak. Bizim dilimize bu, “Acem yalanı” olarak yerleşmiş. Onun için, çok yalan söyleyen birinin sözüne inanılmaması icap ettiğini anlatmak için memleketimizde, “Boşver canım. Onunkisi düpedüz acem yalanı” derler.
Ali Şeraîtî, MUMAMMED KİMDİR isimli kitabında sözde Peygamberimiz’in hayatını anlatacak ya, daha kitabın önsözünde, “Benim bu öyküye bakış açım mezhebî îtikadlar açısından değil” diyerek okuyucuya baştan takiyye yapıyor yani yalan söylüyor. Diğer bir ifadeyle acem yalanına baş vuruyor. Çünkü, kitap başından sonuna kadar, söylediğinin tam tersi yazılarla dolu. Yani mezhebî îtikad yani Şiîlik açısı üzerine yazılmış. Aşağıdaki satırları okudukça bunu sizler de göreceksiniz.
Ali Şerîatî, Önsözde kitabını hangi ölçüyle yazdığını şöyle izah ediyor:
“…her türlü taassup, taraf tutma ve pek çok araştırmanın hastalığı sayılan önyargıdan uzak…”
Önyargıdan ne kadar uzak olduğunu da yine aşağıda göreceksizin.
Önsözde yazdığına göre, Peygamberimiz’i kitabında şöyle anlatıyormuş:
“…bir Müslüman olarak değil de, tarafsız, ilmî bakış açısıyla olayları değerlendiren bir düşünür olarak Muhammed’in görüntüsünü sergilemek…”
İşte bu doğru…
Peygamberimiz’i, gerçekten “bir Müslüman olarak” anlatmamış. Zaten Müslüman olarak anlatacak olsa, “Muhammed’in görüntüsü” demezdi. Ya “Hazret” ya “Aleyhisselam” veya “Peygamberimiz” derdi. Çünkü, Müslümanlık Peygamberimiz’i hürmetsiz anmaya engeldir.
Şeriatî’nin, Peygamberimiz’in hayatı hakkında kullandığı ifade de şu: Muhammed’in Siyeri.
MÜSLÜMANLARA VE PEYGAMBERİMİZ’E HAKARETLERİ…
Şimdi, Ali Şeriatî’nin kitabının ileriki sahifelerinde yazdıklarını madde madde ele alalım:
1- Hazreti Ömer zamanında İslam’ın İran’a girmesini içine sindiremiyor. Onun için, buna bir türlü fetih diyemiyor. “Arapların saldırısı” diyor. Peygamberimiz’e “Hazret” demeyip “Muhammed” diyen birisi Hazreti Ömer’e “Hazret” diyecek değil ya, tabii ki demiyor, “Ömer’in İran’a saldırı kararı” diyor. (s.13, 14)
2- Müslümanların İran’ı fethetmeleri içine öyle oturmuş ki, bu fethi hem sıradan bir savaş gibi gösteriyor hem de Müslümanları vahşî kabileler olarak anlatıyor.
Şeriatî’ye göre, Müslümanlar İran ve Doğu Roma’yı yense de vahşî bir toplum, o zamanki imansız İran ile Hıristiyan Doğu Roma ise ileri bir toplumdur. Yine ona göre İran’ın fethi kudsî bir gayeye dayanmayan bir hegemonyadır. İşte Ali Şerîatî’nin sözleri:
“Burada İran veya Doğu Roma’nın Araplara yenilişi söz konusu değildir. Çünkü vahşî kabilelerin medenî toplumlara saldırısı ve onlara karşı zafer elde etmesi büyük ve ileri toplumlar üzerinde hegemonya (baskı ve üstünlük) kurması tarihte tekerrür eden bir olaydır.” (s: 15)
3- Şeriatî’ye göre Peygamberimiz Bedir Harbi’ni Allah rızası için değil de, “Başarı kazanamazsam yahudi ve münafıklar bana ne derler” telaşıyla yapmış. Şeraitî, Peygamberimiz sanki sıradan bir insanmış gibi, Bedir’den önceki düşüncesini kendine göre şöyle aktarıyor:
“Nasıl olur da eli boş Medine’ye dönebilirdi. Yahudi ve münafıklar ne derlerdi.” (s: 29)
Bedir Harbi’ne katılan, Bedrin aslanları olan ashabı kiram hakkındaki değerlendirmesi ise şöyle:
“…çoğu yağmalama hedefiyle yola çıkan bir ordu…”
Yani, ona göre ashabı kiram Bedir’de Allah için, din için cihad etmemiş, Allah rızasından uzak olarak ve sadece yağma için yola çıkmış.
4- Şeriatî, Bedir harbine iştirak eden ashabı kötülemeye şöyle devam ediyor:
“Muhammed’in ordusunda (İfadedeki hürmetsizliğe dikkat!) bir grup, cedelleşmeye ve münakaşaya başladı. Onlar şöyle diyordu: “Biz savaş için değil ganimet için yola çıktık. Nasıl olur da 313 kişi hem de böyle sınırlı bir techizat ile, savaşa hazır, kılıç kuşanmış bin kadar savaşçıya karşı, mutsuz ve ümitsiz bir harbe girilebilir diyordu.” (s: 32)
Bedir ordusundaki asbabı kiramı, ayrıca içten içe kaynayan, ihanet etmek için fırsat kollayan kimseler olarak anlatıyor:
“Muhammed… (Hazret demiyor) öyle güzel koordine etti ki, kimseye bir an bile olsun, ihaneti düşünme fırsatı vermedi.” (s: 32)
5- Ashabı kiramın büyüklerini bile değişik tevhid anlayışı taşıyan, ayrı ayrı inanca sahip olan kimseler olarak gösteriyor:
“Ebûbekir’in tevhid anlayışı…
Bilal’in tevhid anlayışı..
Evet bu iki tevhid anlayışı arasındaki fark, Bedir’de iyice kendini gösterdi.” (s: 36)
Allahın rızasından başka bir şey düşünmeyen Bedir aslanlarını kötülemeye devam ediyor:
“Kin ve intikam
ateşi daha da büyümekteydi… Peygamberin ünlü dost ve yardımcısı Ebû Huzeyfe intikam ve kin ateşi içinde yanıyordu.” (s: 40)
6- Şeraitî, kendi isteğinin tersine zaferle son bulan Bedir savaşı sonrasını da şöyle anlatıyor:
“İslam ordusu ilk defa olarak en çetin savaşlardan birinden dönüyordu, gururlu ve muzaffer olarak. Gurur!?.. Bu çok çirkin bir huy ve özelliktir.” (s: 42)
Gördüğünüz gibi, İslam ordusunu önce gururlu olmakla suçlayıp arkasından da gururun çirkin bir şey olduğunu söylüyor. Böylece, ashabı kiramı çirkin bir huya sahip olan bir topluluk olarak gösteriyor.
7- Sıra geldi Uhud harbini anlatmaya. Burada da ashabın en öndeki üç büyüğüne dil uzatmaktan geri durmuyor:
“Osman firar etmişti. Ömer ve Ebû Bekir ortalıkta görünmüyordu.” (s: 65)
8- Uhud’dan sonraki Hamrâül Esed gazvesini anlatırken de Peygamberimiz’i insafsızca hareket etmekle suçluyor.
“Peygamber, Ümmü Mektum’u Medine’ye başkan olarak atayıp, henüz yüreği yaralı çocuk ve kadınların inilti ve ağlama sesleri duyulan evlerden, yorgun ve yaralı Müslümanları çıkarıp harekete geçirdi…” (s: 70)
Yorgun ve yaralı insanlar sefere çıkarılır mı? Bu kadar da insafsızlık olur mu demeye getiriyor.
9- Mekke’nin fethinden sonra Peygamberimiz genel af ilan etmiş, ancak amansız İslam düşmanı olan birkaç kişinin, nerede bulunurlarsa öldürülmelerini emretmişti. Bunlar, işleri güçleri İslamı ve Peygamberimiz’i kötülemek olan kimselerdi. Şeriatî, Peygamberimiz’in bu emrini şöyle değerlendiriyor:
“Komutanlara emir şuydu: “Sizinle savaşmayanlarla değil, savaş açanlarla çarpışın.” Fakat bir grubu adlarıyla açıkladı. Ve şöyle dedi: “Onları Kâbe’nin perdesi (örtüsü) altında bulsanız da öldürün.” (s: 189)
Şeriatî, bu meseleyle ilgili 106 nolu dipnotta Peygamberimiz’e olan düşmanlığını açıktan açığa ortaya koyuyor. İşte Peygamberimiz hakkında kullandığı ifadeler:
“Peygamber’in sükûnet ve huzur sağlamaya, Mekke’de kan dökmeyi önlemesine karşın, öyle bir ortamda tavizsizlik göstermesi, onun ruhsal yapısının normal bir ruhi yapı olmadığını gösteriyor. Onun hayat serüveni bu örneklerle doludur.”
Gördüğünüz gibi, Peygamberimiz’i hem tavizsizlikle suçluyor hem de, “Normal bir ruhi yapısı olmadığını” söylüyor. Daha da ileri giderek “Hayatı bu örneklerle doludur” diyor.
Yukarıda, “Peygamberimiz’e “Hazret” dememesi şöyle dursun, HAKARET EDİYOR!” dediğim işte buydu değerli okuyucu.
10- Bir de Huneyn Harbi’ni anlatması var. Bu harbi nasıl anlattığına geçmeden önce bir hatırlatma yapalım. Bu harpte Müslümanlar önce gafil avlanıp Hevâzin ve Sakif kabilelerine mensup müşrikler karşısında bir sıkıntı yaşamışlarsa da sonunda toparlanmışlardı. O harpteki müşriklerin kumandanının ismi Mâlik bin Avf idi.
Lütfen bundan sonraki satırları, Hevâzin ve Sakif kelimelerinin müşrik, kumandanlarının da Mâlik bin Avf olduğunu unutmadan okuyunuz. Bakın Ali Şeriatî Huneyn Harbi’ni nasıl anlatıyor:
“Sabah karanlığı, derenin darlığında Müslümanlar, elleri bağlı gözleri kapalı olarak kendi kadın-çocuk ve mallarıyla birlikte gelen fedâkâr Hevâzin ve Sakif savaşçılarının amansız darbeleri altında kıvranıyordu.” (s: 213)
Gördüğünüz gibi, müşriklere fedâkâr diyor. Anlatmaya devam ediyor:
“Bu sırada Hevâzin’in yürekli bayraktarı kızıl kıllı deve üzerinde ilerliyordu…. Bulduğunu mızrakla vurup düşürüyordu.” (s: 216)
Müşrik Hevâzin kuvvetlerinin bayraktarını yürekli diye övüyor. İfadelerinden, Müslümanları vurup düşürmesinden ise büyük zevk aldığı anlaşılıyor. Aşağıda gördüğünüz gibi, müşriklere fedakâr demekte israr ediyor:
“Fedâkâr Hevâzin ve Sakif müttefikleri gerçi kadın-çocuk ve servetlerini savaş alanına getirmişlerdi. Fakat her an şiddetlenen, sertleşen, hışmı artan, saldırgan fırtına karşısında gitgide ümitsizleşiyorlardı.” (s: 217)
Evet, müşriklerin gitgide ümitsizleşip sonunda belalarını buldukları doğru. Ne var ki, Ali Şeriatî buna kahroluyor. Ama müşrik kuvvetlerinin kumandanını son ana kadar kahraman olarak anmakta da direniyor. Bakın:
“Son anlara kadar direnen Huneyn kahramanı Mâlik bin Avf…” (s: 221)
Müşrikleri bu kadar öven yazarın İslam askerleri hakkında ne dediğini merak ediyorsanız buyurun:
“…büyük ve dengesiz bir ordu…” (s: 229)
11- Yukarıda da temas etmiştik. Şeriatî, kitabının önsözünde “Benim bu öyküye bakış açım mezhebî îtikadlar açısından değil” diyordu. Kendi düşüncesinin de şöyle olduğunu söylüyordu: “…her türlü taassup, taraf tutma ve pek çok araştırmanın hastalığı sayılan önyargıdan uzak…”
Bu nasıl önyargı ve taraf tutmaktan uzaklık ise? Nasıl meshebî itikadlar açısından bakmamak ise?
Şiîliği depreştiği için, ashabtan baba oğul olan iki mümtüz sîma hakkında şöyle diyor:
“Yarımadada Ebû Süfyanlar, Muâviyeler, münafıklar pusuya yatıp, fırsat kollamaktaydı..” (s: 314)
Eğer kitabının önsözünde dediği gibi konuya mezhebî açıdan bakmamış olsaydı, Hazreti Ebû Süfyan ve Hazreti Muâviye radıyallâhü anhümâ hazretlerini münafıklarla beraber pusuya yatanlar olarak anmazdı.
Maamâfîh, yukarıdan beri yazdıklarımızdan, pusuya yatanların o iki mümtaz sahâbî mi yoksa Ali Şeriâtî’nin kendisi mi olduğu okuyucularımız tarafından gayet açık anlaşılmıştır.
Yukarıdan beri Ali Şeriatî’nin Peygamberimiz’e ve onun mümtüz ashabına nasıl hakaret ettiğini anlattık, ama onu öven ve örnek şahsiyet olarak sunan Mustafa İslamoğlu ile ilgili yazacağımız şeyleri yazamadık.
Zaten Şeriatî hakkında söyleyeceklerimiz de bitmiş değil. Nasipse önümüzdeti sahifelerede bunların hepsini teker teker işleyeceğiz. Tâ ki Müslümanlara zemzem diye zehir içirilmesin…
Ali Eren/Haberkita.com (http://www.haberkita.com/haberdetay.asp?Newsid=34665)
(19.03.2013)
Müslümnların zihni böyle bulandırılıyor
Müslümnların zihni böyle bulandırılıyor
Yeryüzünde semâvî kitaplara inanan üç topluluk var: Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar.
Bunlardan, Mûsâ Aleyhisselam’a inanan Yahudilere Mûsevî, Îsâ Aleyhisselam’a inanan Hıristiyanlara da Îsevî deniliyor.
Biz Müslümanlara da, diğerleri gibi sevgili Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam’ın ismine izâfeten, Muhammedî denilse yeridir, çünkü o tabir de doğrudur.
Nitekim İslamın ilk yıllarında Müslümanlara Muhammedî deniliyordu. Yanlış da değil. Çünkü Muhammedî demek Müslüman demektir. Zira, bizler Müslüman olarak Peygamberimiz’e inanmakla beraber, haliyle ona indirilen Kur’an-ı Kerim’e ve tebliğ ettiği İslam dinine de inanıyoruz.
Tabii ki, “Artık bundan sonra Müslümanlara Muhammedî denilsin” demek istemiyoruz. Çünkü durup dururken böyle söylemek, hem eski köye yeni âdet getirmek, hem de lüzumsuz bir işgüzarlık olur. Asırlardır İslam dini mensuplarına Müslim / Müslüman deniliyorken, ortada fol yok yumurta yokken ortaya böyle bir iddia atmanın hiçbir mânâsı olamaz…
Yukarıda söylediğim gibi bir taraftan, “Eskiden Müslümanlara Muhammedî deniliyordu. Öyle söylense de doğrudur” derken, bir anda bu sözümden dönüp, “Hayır! Müslümanlara Muhammedî demek doğru olmaz. Muhammedî kelimesini kullanmak doğru değildir” desem olur mu?
Tabii ki doğru olmaz.
Doğru olmamaktan öte, iki sözüm birbirine uymayacağı için, benim birbirine uymayan bu iki sözümü duyanlar “Bu adam ne söylediğini bilmiyor. Bir öyle söylüyor bir böyle. Söyledikleri birbirini tutmuyor” demezler mi? Tabii ki derler, derlerse de haklı olurlar.
BİR ÖYLE BİR BÖYLE…
Bu girişten sonra esas meselemize geçebiliriz.
Elimde, ismini siz okuyucularımızın bildiğiniz o mâlum kitap var. Bu kitapta, yukarıda temas ettiğim şekilde, birbirinin tam tersi olan ifadeler yer alıyor. Şimdi bu iki ayrı yeri görelim.
1- Kitabın 207. sahifesinin üç yerinde, ayrı ayrı cümlelerde şöyle deniliyor:
a- “Hz. Peygamberin tebliğ ettiği dine Muhammedîlik, o dine mensup olanlara da Muhammedî denilemez.”
b- “Hz. Muhammed aleyhisselama vahyedilen İslâm mesajı, onun adına dahi indirgenemez.”
c- “Kur’an’ın tebliğ ettiği İslam’ı “Muhammedîlik” olarak algılamak ne kadar yanlış…”
2- Şimdi de aynı kitabın 229. sahifesine bakalım. Orada da tam tersi ifadeler mevcut:
“Yunan-Batı ahlâkı, sınıf temelli bir ahlâktır ve olanı esas kabul eder. Oysa ki olan, olması gerekenden farklı olabilir ve ahlâkın ilkeleri Atina sitesinin zulme dayalı kast sisteminden yola çıkılarak tesbit edilemez. İşte, Muhammedî davetin kadîm Arap ahlâkına getirdiği itiraz da bu olmuş, vahiy, onu baştan sona elden geçirerek ıslah etmiştir.”
“Muhammedî davet, cahiliyyenin kabileci fikrine dikey ve yatay iki pencere açtı.”
1. maddenin a, b ve c şıkkındaki altı çizili kelimelere dikkat ederek lütfen tekrar bakınız…
O cümlelerde söylenenle 2. maddede söylenenler birbirine uyuyor mu?
Uymadığı ortada…
maddedeki üç cümlenin üçünde de “İslam dinine Muhammedîlik, müslümana da Muhammedî denilemez” denildiği halde, 2. maddedeki cümlelerde yazar, “Muhammedî davet” kelimesini bizzat kendisi kullanıyor. Yani olamaz dediğini bizzat kendisi yapıyor.
Şimdiii…
Aynı kitapta, böyle birbirine uymayan iki ayrı hükmü okuyan okuyucu ne diyecek?
Yukarıda söylediğimiz gibi, “Bu adam ne söylediğini bilmiyor. Bir öyle söylüyor bir böyle. Söyledikleri birbirini tutmuyor” demeyecek mi?
Derse, suçlayacak mıyız?
NİÇİN BÖYLE YAPIYORLAR?..
Değerli okuyucu!
Kitaplarına işte böyle birbirine uymayan cümleleri dolduran ve birbirine zıt şeyler yazan kimseler, maalesef Türkiye’de kendilerini yazar ve âlim olarak satıyorlar. Hem de “Kur’an âlimi”…
İçinizden soruyorsunuzdur:
Bu kimseler, üstelik aynı kitapta birbirine uymayan şeyler yazdıklarına göre çok mu câhiller?
Geçmiş İslam âlimlerine göre elbette câhildirler.
Ya tek başlarına ele alınırlarsa?
Hâyııır! O zaman hiç de câhil değiller. Belli bir seviyeye kadar bilgileri var. Var ki, kitap yazmaya kalkışıyorlar.
Öyleyse niçin böyle hatalara düşüyorlar?
Efendim, hırsları bilgilerini geçtiği için…
Hırslarını frenleyemedikleri için düşüyorlar böyle hatalara.
Durum şu:
Bir tarafta okyanus gibi ehl-i sünnet âlimleri, diğer tarafta da onlara göre bir damla bile ilme sahip olmayan bunlar…
Bu kimseler, kısır ilimlerini artırmak yerine, ehl-i sünnet itikadını kitaplarına derc eden okyanus gibi âlimlere saldırmayı tercih ediyorlar.
Niçin?
Niçin olacak, ehl-i sünnet inancını içlerine sindiremedikleri için.
Böyle olunca da, ehl-i sünnetin okyanus gibi âlimlerine saldırmak onlar için vazife oluyor…
Bu saldırılarda muvaffak olurlarsa bir taşla iki kuş vurmuş olacaklar:
1- Bu âlimleri küçük göstererek, onların ilimlerini Müslümanların zihninde geçersiz ve değersiz kılmak.
2- Bu âlimleri zihinlerden silerek, onların eserlerinde anlattığı ehl-i sünnet inancını Müslümanların zihinlerinden silmek…
Bu hususta alabildiğine de hırslılar.
İşte bu hırs, onlarda o kadar ileri ki, -yukarıda okuduğunuz gibi- aynı kitapta hırsla birbirine uymayan şeyler yazarak kendi kendileriyle tenakuza / çelişkiye düştüklerinin farkında bile olmuyorlar.
Âlimlere saldırıyorlar dedik ya, hazır laf açılmışken, buna dair bir misal verelim.
MÂVERDÎ GİBİ BİR ÂLİMİ TENKİT!..
İslam âlimleri ordusundan meşhur bir zat var: İmam Mâverdî.
Hicrî 4. ve 5. asırda yaşamış olup Şâfii mezhebi üzere pek çok eserler vermiş olan bu zat, şimdi kendi aleyhinde olanlar gibi yazarlık hevesinde olmadığı için, hayatındayken hiçbir eserini açığa çıkarmamış. Onun için, bu zatın eserleri isteği üzerine vefatından sonra yayıldı.
İşte bu büyük âlim hakkında önümüzdeki kitapta bakın hırsla neler yazılmış:
“Mâverdî, ilk defa ahlâkı düalist bir zeminde ele alarak “din edebi” (edebü’d-din) ve “dünya edebi” (edebü’d-dünya) diye ikiye ayırdı. Bu şekilde İslâmî ahlâk, fıkıhçılar ile mistikler arasında pay edilmeye müsait hâle getirildi.
Mistikler birr ve takvâyı sosyal içeriğinden tamamen soyutlayan bir ahlâk anlayışını şiar edinirken, fıkıhçılar da bireysel terbiye, ruh terbiyesi ve nefis tezkiyesini görmezden gelen bir helal-haram formelizmini ruhsuz bir biçimde dayattılar.
İlâhî adâletle beşerî adâletin arası açıldı. Adâlet sadece âhirete hasredilerek, insanın âdil bir dünya kurma iddiası yok edildi.” (Sa: 229)
Yukarıda anlattığım yanlışlarını, yani kendi gözündeki merteği görmeyip, başkalarının gözündeki kibrit çöpünü görerek, eteğine bile ulaşamayacağı Mâverdî gibi âlimleri bir de tenkide kalkışan bu yazara ne demeli şimdi? .
Kaldı ki kendi gözündeki mertek, görüşünü tamamen kapattığı için, başkalarını zaten göremiyor. Bu görüş kıtlığıyla bir de başkalarının gözünde, var olduğunu zannettiği fakat aslında hiç olmayan hayâlî kibrit çöpünü tenkide kalkışıyor.
İnsan önce kendi haline bir bakar da ondan sonra başkasını tenkide kalkışır değil mi?
Hem de nedir o öyle İslâmî olmayan kelimeleri bu derece kullanma hırs ve hevesi?
İslâmî meselelerin ele alındığı bir kitapta bu kelimelerin ne işi var?
İslamı, İslâmî kelimelerle anlatabilme kapasiteniz yoksa, ne demeye kitap yazmaya hevesleniyorsunuz?
Nedir o yabancı kelimeler?
Düalist ne demek?
Mistik ne demek?
Formelizm ne demek?
Bu Frengistan menşe’li kelimeleri kullanmak çok mu lezzet veriyor size?
HEM FIKHA HEM TASAVVUFA, HEM İTİRAZ HEM İFTİRA…
Bunun yanında bir de İslâm âlimlerine ve Müslümanlara iftiranız var ki asıl felâket işte o.
Meselâ, “Mâverdî, ilk defa ahlâkı düalist bir zeminde ele alarak “din edebi” (edebü’d-din) ve “dünya edebi” (edebü’d-dünya) diye ikiye ayırdı. Bu şekilde İslâmî ahlâk, fıkıhçılar ile mistikler arasında pay edilmeye müsait hâle getirildi “ ne demek?
Sanki Müslümanlar kandırılmaya hazır bir topluluk, o arada bir Mâverdî çıktı, Müslümanları ikiye böldü. Onlar da bölünüverdiler öyle mi?
İlmiyle tarihe imza atan İmam Mâverdî gibi bir âlim, din edebiyle dünya edebini birbirinden ayırmak gibi bir ihanette mi bulundu İslama?
Müslümanları, fıkıhçılar ve mistikler/tasavvuf erbabı diye ikiye ayıran İmam Mâverdî mi yoksa siz ve sizin gibiler mi?
Baksanıza, bu iki gurup iki ayrı inanç sahipleri imiş gibi, ayrı ayrı topluluklar imiş gibi ele alan sizsiniz.
Tasavvuf erbabı aynı zamanda fıkıh erbabı olamaz mı? Nitekim olmamış mı? Buna bir engel mi var?
Tasavvuf erbabı olanların fıkıhla alâkası kesiliyor mu? En büyük fıkıh âlimleri tasavvuf erbabı değil mi?
Tasavvuf erbabı olanlar ibâdetlerini fıkha göre yapmıyorlar mı?
“Fıkıhçılar” denilmesine gelince...
Fıkıhçılar aynı zamanda tasavvuf erbabı olamaz mı? Buna bir engel mi var?
Nitekim tarih boyunca olmamışlar mıdır?
Tarihte sayısız kimseler hem fıkıh âlimi olup hem tasavvuf hayatı yaşamadı mı?
Bakın değerli okuyucular, lütfen şu cümlelerdeki iftiralara bakın:
“Mistikler birr ve takvâyı sosyal içeriğinden tamamen soyutlayan bir ahlâk anlayışını şiar edinirken, fıkıhçılar da bireysel terbiye, ruh terbiyesi ve nefis tezkiyesini görmezden gelen bir helal-haram formelizmini ruhsuz bir biçimde dayattılar.”
Bir insanın bunları yazabilmesi için, sadece şiddetli bir tasavvuf ve fıkıh âlimleri düşmanı olması kâfi gelmez aynı zamanda büyük bir iftira hazinesinin de sahibi olması lâzım. Aksi takdirde böyle şeyler yazamaz…
Tarih boyunca, fıkıh âlimleri daha çok ilimleriyle, tasavvuf erbabı da daha çok edep ve takvalarıyla İslama büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Gerçek böyle iken, her şeyi tersine çeviren Yazara göre, tasavvufçular “İyilik ve takvâyı sosyallikten çıkaran bir ahlâkı benimseyerek” İslamın bir tarafını çökertirken, fıkıhçılar da “bireysel terbiyeyi, ruh terbiyesini ve nefis tezkiyesini görmezden gelerek” İslamın başka bir tarafını çökertip yıkmış oluyorlar…
Fıkıhçılar ile tasavvufçular meğer ne şiddetli İslam düşmanı imişler. (!)
Demek, bunların her biri İslamı ayrı cihetlerden bozan guruplarmış da biz bilmiyormuşuz(!)
FIKIH İLMİNİ DE TASAVVUFU DA ATMALI MI?..
Bu mesele üzerinde ikili bir konuşma:
- Öyleyse gelin fıkhı da tasavvufu da ortadan kaldıralım.
- Ne dersiniz, öyle mi yapalım?
- Evet öyle yapalım. Önce tasavvufu ortadan kaldıralım ki, farzları yerine getirdikten başa nâfile ibâdetleri bile yapan ve Allah’ı en çok zikreden bu guruplardan dünya kurtulmuş olsun.
- Peki fıkıhçıları ne yapalım?
- Onları da halledelim.
- Hallettik diyelim, peki ibâdetlerimizi neye göre yapacağız?
- Aman canım, senin düşündüğün şeye de bak!
- Hele bir fıkıhtan kurtulalım da gerisi kolay.
- Tamam da nasıl yani, neye göre ibâdet edeceğiz?
- Canım telaş etme, yine fıkha göre yaparsın ibâdetini.
- Ama “hem bireysel terbiyeyi hem ruh terbiyesini hem de nefis tezkiyesini görmezden geldiler “diye fıkıh âlimlerini hani kötülüyorduk?
- Senin anlayışın da amma da kıtmış yani. Biz fıkhı değil sadece eski fıkıhçıları istemiyoruz. Onların yazdıkları ortadan kalksın da gerisi kolay.
- Nasıl kolay?
- Canım zamanımızdaki fıkıhçılarımız ne güne duruyor? Onların dedikleri gibi ibâdet ederiz işte…
- Haa… Siz eski müctehidlerin ictihadlarını atalım, modern müctehidlerin dediklerine göre ibâdet edelim demek istiyorsunuz.
- Hele şunu anlayabilseydin. Tabii öyle demek istiyorum…
Değerli okuyucu!
Bu tiplerin dillerinin altında yatan sözler işte bu.
Onların zihinlerinde, tasavvuf ve fıkıhtan bahseden eski âlimler tuu kaka, İslamı Nasrettin Hoca’nın kuşuna benzetmeye çalışan yeni müstechidler (müctehid değil) cici mi cici…
Neden?
Çünkü o ciciler bizzat kendileri de ondan…
BU YAZAR YABANCINIZ DEĞİL…
Değerli okuyucu!
Yukarıdan beri yanlışlarına dikkat çektiğimiz yazar sizin de anladığınız gibi Mustafa İslamoğlu, tenkit ettiğimiz eser de Onun ÜÇ MUHAMMED isimli eseri.
Bu kitaptaki sonu gelmez çelişkilerden bir tanesine işaret edelim.
İslamoğlu, Müslümanların Peygamberimiz’i aşırı derecede sevmesinden son derece rahatsız. Bunu kitabında açıkça yazmaktan da çekinmiyor. Ama kendisi hakkında, “Bu zat Peygamber sevgisinden rahatsız” denilmesini de istemiyor. Bu tür bir tenkide muhatap olmamak için de kurnazlık yapıyor ve kendisini kurtaracak bazı cümleler kullanıyor.
Meselâ şöyle diyor:
“Hz. Peygamber’i diğer peygamberlerden ayıran fark, Kur’an vahyini diğer vahiylerden ayıran farktır. O da, bütün insanlığı muhatap alan bir mesajla geldiği için bütün âlemlere rahmet olma farkıdır. Nasıl ki Kur’an kendisinden önceki ilâhî mesajların özünü içerisinde toplayan ve onlara “hakem” olan bir zirve ise, Hz. Peygamber de kendisinden önceki nebiler zincirinin taç halkası ve zirvesidir.” (Sa: 231)
Bunlar ne kadar güzel ve ne kadar doğru sözler değil mi? Gördüğünüz gibi, Sayın İslamoğlu “Peygamberimiz’in bütün âlemlere rahmet olduğunu” ve “Peygamberler zincirinin en üstün halkası ve zirvesi yani en yükseği olduğunu” söylüyor.
Hayret ki hayret!..
Doğrudur ve gerçek aynen yazdığı gibidir. Ancak, işin bir de başka yönü var.
Gönül isterdi ki bu güzel cümleler takiyyesiz ve samimi olarak yazılmış olsun. Ama maalesef bu satırlarda biz samimiyet bulamıyoruz.
Sebebini anlatayım:
1874-1949 yılları arasında yaşayan Musa Cârullah isimli reformist bir âlim vardı. İslamoğlu’nun yazdığına göre Kitâbü’s-Sünne isimli kitabında şöyle demiş:
“…Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor. Öyleyse ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir.”
Yani adam bu sözüyle, “Ha Peygamber ha diğer insanlar. Arada fark yok” diyerek Peygamberlik makamını açıktan açığa inkar ediyor.
O inkar ediyorsa bunun İslamoğlu ile alâkası ne?
Alâkası şu: İslamoğlu da onun bu sözlerini ÖVÜYOR… ( Üç Muhammed, sa: 28)
Öyleyse biz de yukarıdaki cümlelerinde Peygamberimiz’i öven İslamoğlu’na soruyoruz:
Bu durumda, Peygamberimiz hakkında, “O, peygamberler zincirinin zirvesidir” demenizin ne mânâsı kaldı?
Bir taraftan Peygamberimiz’in peygamberler zincirinin zirvesi olduğunu söyleyeceksin, bir taraftan da “Peygamber ile diğer insanların arasında hiç bir fark yok” diyen birisini tasdik edeceksin, öveceksin ve böylece peygamberlik makamını yok saymış olacaksın. Bu olmaz…
Kimse bizden, bu çelişkiyi görmememizi beklemesin.
KENDİSİYLE BİLE TERS DÜŞÜYOR…
Evet İslamoğlu kendisiyle ters düşüyor. Şöyle ki:
Yukarıda okuduğunuz gibi, Hz. Peygamber kendisinden önceki nebiler zincirinin taç halkası ve zirvesidir” dediği halde, aynı eserinin başka sahifelerinde kırk dereden su getirerek Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün olduğunu söylemenin doğru olmadığını uzun uzun ispata çalışıyor. Bu iddiasına delil olarak da Kurtubî tefsirini öne sürüyor. Şöyle diyor:
“Kurtubî, peygamberlik açısından üstünlük iddiasının, âyetin (Bakara, 253) açık anlamına aykırı olduğu sonucuna varır” diyor. (Sa: 66)
Asla!...
Kurtubî öyle söylemiyor. İftira huyundan bir türlü vaz geçemeyen İslamoğlu, Kurtubî’ye de iftira ediyor. Bunu yaparken de galiba, “Canım kim Kurtubî tefsirini açıp da Kurtubî öyle yazıyor mu yazmıyor mu diye bakacak” diye düşünüyor olmalı ki Kurtubî’de olmayan bir cümleyi varmış gibi söylüyor.
Bu iddiasına Kurtubî tefsirini delil göstermesinin sebebi şu:
Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün olmadığını kendisi söylese itiraz edileceğini biliyor. Bildiği için kendi kanaatını aklınca Kurtubî tefsirine söyletiyor…
Kendisine iki soru soralım:
1- Kitabınızın 28. sahifesinde yazdığınız gibi, “Hz. Peygamber ümmetin her ferdi gibi, ümmetin her ferdi de Peygamber gibi” midir, yoksa 231. sahifede yazdığınız gibi, Peygamberimiz bütün insanlardan üstün olduğu gibi “Bütün peygamberlerden üstün olup bütün âlemlere rahmet” midir?
2- Kurtubî’ye atfen 66. sahifede yazdığınız gibi, “Peygamberlik açısından üstünlük iddiasının, âyetin açık anlamına aykırı” olduğu mu doğrudur, yoksa 231. sahifede yazdığınız gibi, “Peygamberimiz’in bütün peygamberlerin zirvesi olduğu” mu doğrudur?
Daha kısa soralım:
Kitabınızın 28. ve 66. sahifelerinde yazdıklarınız mı doğrudur, yoksa 231. sahifesinde yazdıklarımız mı doğrudur?..
Cevap?...
Ne cevabı değerli okuyucu?
Tenakuzun cevabı mı olur!..
Ali Eren/Haberkita (http://www.haberkita.com/muslumnlarin-zihni-boyle-bulandiriliyor_57648.html)
27.05.2013
Donnerstag, 23. Mai 2013
Peygamberimiz'i bir hukuk definesi kabul etmek yanlışmış
Peygamberimiz'i bir hukuk definesi kabul etmek yanlışmış
Bir hayat nizamı olan
İslam dininin ilgisiz kaldığı ve hüküm koymadığı hiçbir mesele yoktur.
İslam dini her mesele için hüküm koymuş ve Müslümanların bu hükümlere
uymalarını emretmiştir.
Onun için, İslamın müslümanlara, “Bu mesele benim ilgi alanım dışındadır. Bunu sen istediğin gibi hallet. Ben karışmıyorum” dediği hiçbir mesele yoktur.
Bu dini tebliğ ile vazifeli olan Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), 23 sene boyunca insan hayatıyla ilgili bütün meseleleri ashabına anlatıp öğrettiği gibi, bizzat yaşayarak da örnek olmuştur. Onun anlattıkları, öğrettikleri ve o güzel örnek hayatı, hadis ve sünnet olarak kitaplara geçmiş ve bizlere kadar da ulaşmıştır...
Dolayısıyla hadis ve sünnet, Kur’an-ı Kerim’in Peygamberimiz vasıtasıyla anlatımı ve yaşayış şeklidir. Bize düşen de buna uymaya çalışmaktır.
Cahiliye devrindeki İslam ve Kur’an muarızları, sözüne inanmadıkları Peygamberimiz’in şahsına itiraz ediyorlardı. Aynı zihnî yapıya sahip olan zamanımızdaki bazı kimseler de Peygamberimiz hayatta olmadığı için onun hadislerine itiraz ediyorlar. Ancak şu farkla ki, zamanımızdaki itiraz, o günkü gibi açıktan açığa değil, gizli ve kurnazca, Kur’an’a sahip çıkılıyor gözükerek yapılıyor.
Bunun açık misalini geçen asırdan beri Hindistan’da ve Hindistan’dan ayrılan Pakistan’da İngiliz tatbikatı olarak görmekteyiz.
Ancak, oralarda başlatılan bu menfur faaliyet, başlatıldığı yerle sınırlı kalmadı. İslam ve Kur’an düşmanı olan İngilizlerin, üzerini cilalayıp tatlı bir lokma olarak sundukları bu zehiri, maalesef diğer İslam ülkeleri de tattı ve tatmaya devam ediyor. Bu ülkelerdeki Müslümanlardan birçokları da bu zehirli lokmayı yuttu, yutuyor ve yutturuyor.
Bu aldatıcı zehir, “Allah’ın kitabı Kur’an bize yeter. Başka hiçbir şeye ihtiyaç yoktur” sözüdür. Bu sözün altında, hadis/sünnet, fıkıh ve tasavvufu inkâr planı yatmakta.
Oysa hadis/sünnet, fıkıh ve tasavvuf, hepsi her bir yönden Kur’an’ın yansımalarıdır.
Peygamberimiz’in hayatı/sünneti; Kur’an’ın emirlerinin eksiksiz hayata yansıması olup, hadisleri de Kur’an’ın izahıdır. Peygamberimiz’in sözleri / hadisler yani Resûlüllah’ın Kur’an’ı ve İslamı izahı kabul edilmezse, Kur’an nasıl anlaşılacaktır?
Hadis âlimlerinin Peygamberimiz’i anlatışı da kabul edilmelidir. Çünkü onlar reddedilince Peygamberimiz de anlaşılmaz.
Kaynağı âyet ve hadisler olan fıkıh da öyledir. Fıkıh olmayınca ibâdetler de yapılamaz.
Fıkıh âlimlerinin Peygamberimiz’i anlatımını reddetmek, Peygamberimiz’in anlaşılmasına da engeldir.
Bir de tasavvuf var. Bazılarının mistik hayat dedikleri tasavvuf reddedilirse, yine Peygamberimiz’i anlamakta bir cihet eksik kalır...
Gerçek bu...
İNGİLİZ TUZAĞINA DALANLAR VE DÜŞENLER…
Evet gerçek bu…
İngiliz planının bile bile tatbikçileri, bu tuzağı zaten benimsemişler. Onlar zaten bu tuzağın elemanları. Fakat bu tuzağa düşenler tehlikeyi göremiyorlar. Göremedikleri için de, hadis, fıkıh ve tasavvuf âlimlerini toptan reddediyorlar…
Halbuki, bu üçü yani hadis, fıkıh ve tasavvuf ortadan kalkınca, fiilen İslam dini de ortadan kalkmış olacaktır. İngilizlerin ve İslam düşmanlarının gayesi de zaten budur…
İslamın bu üç vaz geçilmezini büyük bir hırsla inkâr edenlerin, o hırsla arka arkaya mantık hatalarına ve vartadan vartaya düşmeleri ise ibretlik.
Meşhur sözdür: Hırsla kalkan zararla oturur…
Siz değerli okuyucularımıza; hadis, fıkıh ve tasavvuf âlimlerine karşı yapılan tipik bir itirazı aktaracağım.
Peygamberimiz’e itiraz nasıl doğrudan Kur’an ve İslama itiraz ise, Peygamberimiz’in “Benim ümmetimin âlimleri İsrail oğullarının peygamberleri gibidir” buyurduğu islam âlimlerine toptan itiraz da doğrudan Kur’an ve İslama itiraz olacaktır.
Çünkü hadis, fıkıh ve tasavvufa itiraz, İslamın üç boyutuna itiraz olur.
Konumuza girelim…
Din; insanın her hâl ve kâline, her söz ve hareketine müdahale ettiği için, peygamberler her konuda konuşmuş, dinin her konudaki hükümlerini bildirmişlerdir. Peygamberler dilsiz değillerdi. İnsanlara dinî meseleleri el kol hareketiyle değil konuşarak tebliğ etmişlerdir. Tabii ki Sevgili Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem de öyledir. O da her vesileyle İslamın hükümlerini ashabına konuşarak, anlatarak, yaşayıp göstererek bildirmiş ve bu vazife vefatlarına kadar tam 23 sene devam etmiştir. Peygamberimiz’in aynı vazifesi hadisleriyle hâlâ devam etmekte olup kıyamete kadar da devam edecektir.
Resûlüllah Efendimiz’in, konuşması icap ettiği halde konuşmadığı, yapması icap ettiği halde yapmadığı ve yanlış bir şey görüp de ikaz etmesi icap ettiği halde ikaz etmediği hiçbir mesele yoktur.
Ve onun sözleri –hâşâ- münasebetsiz ve durduk yerde bir konuşma değil, gerektiği yerde yapılan gerekli konuşmalardır. Çünükü, “O arzusuna göre konuşmaz. O(nun sözleri, ilhamdan ve) vahiyle bildirilenden başkası değildir.” (Necm sûresi, âyet: 3-4)
Hadis âlimleri, Peygamberimiz’in bütün söz ve tavırlarını eserlerinde bir araya getirmişlerdir.
Aklı sahibi herkes bilir ve kabul eder ki, hangi insan olursa olsun, bir insanın 23 senede zaman zaman yaptığı konuşmalar yazıya dökülürse, bu sözler büyük bir yekün teşkil eder. Hele konuşan zat bir peygamber ise, onun konuşması daha da çok olacaktır. Çünkü peygamberler, söylediklerine yer yer açıklama getirir, yer yer sorulan sorulara cevaplar verir, yer yer de geçmişe ve geleceğe ait bilgiler aktarırlardı.
Böyle olunca da haliyle diğer insanlardan daha çok konuşmuş olurlar. Bu durumda, bir peygamberin vereceği bilgilerin sıradan bir insanın konuşmalarından çok olacağı açıktır.
Zaten, çoğunlukla peygamberler konuşan, diğer insanlar ise onu dinleyen durumunda olurlar.
Hazreti Resûlüllah’ın bulunduğu mecliste, herkes susar o konuşurdu. İnsanlar sorar o cevap verirdi. Böyle olunca da haliyle onun mübârek ağzından çıkan sözler elbette büyük bir yekün teşkil etmiştir…
Gerçek bu iken, Müslümanlar içinde biri çıkar da, hadislerin çokluğuna itiraz ederse ona siz ne dersiniz?
Ne denilmesi icap ettiğini bir tarafa bırakalım da Müslüman câmia içinden hadis âlimlerini tenkit eden bir itirazcının garip bir itirazını nakledelim.
İTİRAZCININ İTİRAZINA BAKIN…
İtirazcı İslamoğlu’na göre, “Hadisçilerin peygamber tasavvuru (düşüncesi)” şöyle imiş:
“Hep konuşan bir peygamber. Görevi sanki sürekli konuşmak olan, hemen her meselede bir şey söyleyen, hakkında konuşmadığı konu hemen hemen hiç olmayan, durduk yerde münasebet gözetmeden söz söyleyen bir peygamber tasavvuru. Gerçekten garip bir tasavvur.” (Üç Muhammed, sa: 197)
Yazarın, bir taraftan abartılı bir taraftan iftira dolu olan bu cümlelerini teker teker ele alalım.
Hadis âlimleri Peygamberimiz’i güya, “Hep konuşan bir peygamber” olarak anlamış ve anlatmışlar.
Bi kere bu açık bir iftiradır. Çünkü Peygamberimiz’in hiç durup dinlenmeden, uyumadan, 24 saat boyunca, “Hep konuşan bir peygamber” olduğunu iddia eden hiçbir hadis âlimi yok…
Evet, yukarıda da söylediğimiz gibi, Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) peygamberlik vazifesi icabı, İslamın inanç, ibâdet, muâmelât ve ukûbât velhasıl bütün meselelerini elbette ki anlattı. Bunu yaparken tabii ki susmadı, gerektiği kadar da konuştu. Çünkü onun görevi her meselenin İslamî şeklini anlatmak, önüne gelen, kendine sunulan ve sorulan hiçbir meseleyi halletmeden bırakmamaktı. Öyle de yaptı ve vazifesini tam ve eksiksiz olarak yerine getirdi…
Zaten bir müslümanın, inandığı peygamber hakkındaki inancı da böyle olmalıdır. Ama Bay Yazar bu durumu nedense pek anormal görüyor ve itirazını şöyle dile getiriyor:
“Görevi sanki sürekli konuşmak olan, hemen her meselede bir şey söyleyen, hakkında konuşmadığı konu hemen hemen hiç olmayan” bir peygamber…
Ya ne olacaktı Beyefendi?
Peygamberimiz bazı meseleleri halletmeden muğlak mı bırakacaktı?
Ashabına, “Benim bu hususta söyleyecek bir sözün yok. Bana ne kardeşim, ne haliniz varsa görün. Sizin bütün meselelerinizi ben mi halledeceğim!” mi demeliydi?
Bu nasıl bir Peygamber inancıdır!
BİLE BİLE İFTİRA…
Siz, İslama göre, bir Müslümanın peygamber inancının böyle olmaması gerektiğini bilmiyor musunuz?
Bir Peygamber, her meselede tebliğ ettiği dine uygun şeyler söylemeyecek de, ne yapacaktı? Susacak mıydı?
Ama siz bu itirazınızla da kalmıyor, hadis âlimlerinin, “Durduk yerde münasebet gözetmeden söz söyleyen bir peygamber tasavvuru” kabul ettiklerini söyleyerek bu Müslüman âlimlere iftira ediyor, bununla da yetinmeyip kendi iftiranızı gerçek kabul ederek “Gerçekten garip bir tasavvur” diyorsunuz.
Bay İslamoğlu!
Garip olan, hadis âlimlerinin tavrı değil, esas sizin “gerçekten garip bir peygamber tasavvuru” demenizdir.
Peygamberimiz’i, “Durduk yerde münasebet gözetmeden söz söyleyen bir peygamber” olarak anlatmak, -hâşâ- Peygamberimiz’i münasebetsiz bir kimse olarak göstermektir.
Söyler misiniz, bu terbiyesizliği ve alçaklığı hangi hadis âlimi yapmıştır?
Allah’tan korkan insan, asırlardır Peygamberimiz’in hadislerini bizlere ulaştıran hadis âlimlerine iftira ederken biraz irkilir.
On parmağına on kara sürerek iftira yapmadan önce, iftira günahının cehennemdeki cezasını düşünür…
İftira ettiğinizi ve müfteri olduğunuzu kabul etmiyorsanız, kimin Peygamberimiz’i “Durduk yerde münasebet gözetmeden söz söyleyen bir peygamber” olarak anlattığını açıklamaya mecbursunuz. Yoksa bu yaftadan kurtulmanız mümkün olmayacaktır. Bu dünyada olsa âhirette olmayacaktır.
NİÇİN BÖYLE YAPIYOR?..
Değerli okuyucular, meseleyi toparlayalım!
Üç Muhammed kitabının yazarı Mustafa İslamoğlu’nun, hadis âlimlerine attığı bu iftiranın sebebini açıklayayım:
Yazar, yukarıda aktardığım yanlış satırlarından önce, kitabının aynı sahifesinde 6 madde halinde hadis kitaplarında geçen hadislerin sayılarından bahsediyor. Hadis kitaplarında tabii ki milyona varan hadis var.
Sayın yazarın aklı bu kadar hadisin varlığını kavrayamıyor. Kavrayamadığı için de bu kadar hadisin varlığını ka-bul-le-ne-mi-yor.
Yani sizin anlayacağınız, itiraz ve iftirasını onun için yapıyor.
Belki diyeceksiniz ki, “E canım, anlayamıyorsa kabul ediversin. Bu zamana kadar yüzbinlerce âlim bir şey dememiş de itiraz Mustafa İslamoğlu’na mı kalmış!”
Demek ki öyle…
Demek ki şimdiye kadar gelip geçmiş âlimlerin hiçbiri bunun farkında olamamış da bir o olmuş…
En iyisi bunu kendisine sormak…
Sormaya soralım da hangi birisini soracaksınız!
Bay Yazar’ın durup duracağı yok ki!
Sadece hadisçilere itiraz etmiyor ki. Fıkıhçılara da itiraz ediyor.
Onlar hakkında da diyor ki, “Sanki bu yaklaşım sahiplerinin gözünde Hz. Peygamber, bir hukuk definesidir.” (Sa:198)
Ya nedir peki?
Hazreti Resûlüllah her ilmin hazinesi değildir de nedir!!!!!
(Fıkıh, hukuk manasına da geliyor. Onun için hukuk kelimesini kullanıyor.)
Allahın, kendisine gelmiş ve geleceklerin ilmini verdiği Kâinatın Efendisi hukuk definesi değil de, ondan 14 asır sonra gelen zıpırlar mı hukuk definesidir?
Bay İslamoğlu! Ya siz nasıl biliyorsunuz Resûlüllah’ı?
İnsanlık her şeyin en iyisini ve en doğrusunu O’ndan öğrenmeye muhtaç değil midir?..
Değerli okuyucu!
Yukarıdaki itirazı yapan yazar, bir sahife sonra anlattığı bir hadisenin arkasından kullandığı bir cümleyle, tam zıt bir tavır sergileyerek kendi sözlerine ters düşüyor.
Anlattığı hadise şu:
Peygamberimiz zamanında ashabtan bir kısmı sefere çıkmış. Seferde, içlerinden birinin kafasına taş değip kafası yarılmış. Sonra bu zat cünüp olmuş. Yanındakilere, “Teyemmüm yapıp yapamayacağını” sormuş. Onlar da suyu kullanabilecek durumda olduğunu ve teyemmüm yapmasının câiz olmayacağını söylemişler. O zat da su ile gusletmiş, ama sonunda vefat etmiş.
Bu hadiseyi duyan Peygamberimiz buyurmuş ki,
“Yıkılıp ölesiceler; onu öldürdüler. Hadi bilmiyorlardı diyelim, o zaman soramazlar mıydı”
İslamoğlu’nun anlattığı hadise bu. Buna bizim itirazımız yok, olamaz da…
BİRİ DERSE Kİ…
Bizim itirazımız yok ama biri çıkar da, “Ey İslamoğlu! Sanki bu yaklaşım sahiplerinin gözünde Hz. Peygamber, bir hukuk definesidir” diyordunuz. Peygamberimiz öyle değilse, peki o seferdeki zatlar, “-Hâşâ- Bir hukuk definesi olmayan bir peygambere mi soracaklardı?” derse, Bay yazar ne cevap verecek acaba?..
Sayın Yazar yazılarına devam ederken kurnazlığı da elden bırakmıyor. Kurnazlığını anlatayım:
Hani İslama ve Müslümanlara dil uzatan bazı kimseler vardır. Kendilerince kurnazlık yaparak, “Biz İslama değil şeriata karşıyız” derler, “Biz Müslümanlara değil İslamcılara karşıyız” derler ya. Bay Yazar da onlar gibi yapıyor. Fakıh(fıkıh âlimi) olanları değil fıkıhçı olanları tenkit ettiğini söylüyor. Açık vermemek için, “İslam medeniyeti “fıkıh medeniyeti”dir” demeyi de ihmal etmiyor. İlâveten, “İslam toplumu için fıkıhsızlık sadece hukuksuzluk değil, aynı zamanda hayasızlıktır” diyor.
Bu sözü elhak doğrudur. Ama sormadan geçemeyiz:
Peki, sizin tâbî olduğunuz fıkıh hangi mezhebin fıkhıdır?
Hanefî olduğunuzu söylediğiniz halde Hanefî fıkhına niçin uymuyorsunuz?
Bir kimsenin, bağlı olduğunu söylediği mezhebin fıkhına uymaması fıkıhsızlık olmaz mı?
Hanefî değilseniz, fıkhınız hangi fıkıh?
Niçin şiîleri herkes gibi şiî kelimesiyle anmıyor da, onların şiîliklerini gizleme gayretiyle, “Ehl-i beyt imamları, ehl-i beyt mektebi, ehl-i beyt ekolü” gibi gizleme ifadeleriyle anıyorsunuz?
Ehl-i sünnet imamları, ehl-i beyt imamı değil de ehl-i beyte karşı mıdırlar?
Hepsi neyse de, fıkıh âlimlerini, “Sanki bu yaklaşım sahiplerinin gözünde Hz. Peygamber, bir hukuk definesidir” sözleriyle tenkit ediyorsunuz. Peki bu ne demek?
Hz. Peygamber bir hukuk definesi değil de ya kim hukuk definesidir?
Sizce, Hz. Peygamber bir hukuk definesi olmadığına göre, İslamda da halledilmemiş hiçbir mesele olmadığına göre, Resûlüllah’dan da üstün olup bütün meseleleri halleden hukuk definesi kimdir?
AĞZINDAKİ BAKLAYI ÇIKARIYOR…
Değerli okuyucu?
Yazar’ın yukarıdaki satırlarını okuyunca aklınıza, “Bu zatın gayesi ne, ne yapmak istiyor, nereye varmak istiyor?” gibi sorular geliyor değil mi?
Kullandığı ifadeleri dikkatli okursanız, gaye ve hedefini anlamakta zorlanmıyorsunuz.
Herkesin bildiği gibi, Müslümanlar asırlardır ibâdetlerini 4 mezheb imamının tedvin ettiği fıkhî ölçülere göre yerine getiriyorlar. Ve inanıyorlar ki, bu mezheblerin hükümleri sadece bir asra göre değil bütün zamanlara göredir.
Ama Bay İslamoğlu öyle demiyor. Nihayet ağzındaki baklayı çıkararak şöyle diyor:
“Başta İmam Ebû Hanife ve İmam Mâlik olmak üzere büyük imamlar, sünnet ve hadis mirasını kendi çağları için geçerli bir hayata dönüştürmenin yollarını aramışlardır.” (Sahife: 200)
Şimdi anlaşıldı mı gayesinin ne olduğu, ne yapmak istediği, nereye varmak istediği?
Demek ki ona göre, Mezhebler sadece mezheb imamlarının çağları için geçerli imiş…
Şimdi faş oldu mu Mustafa İslamoğlu’nun sünnet / hadis ve fıkıhçılara karşı çıkmasındaki gayesi?
İyi ama o zaman da akla şu soru geliyor değil mi:
Diyelim ki İslamoğlu’nun dediğine uyduk, mezheblerin sadece kendi çağlarında geçerli olduğunu kabul edip mezhebleri bıraktık. Peki ibâdetlerimizi neye ve kimin tarifine göre yapacağız?
Canım o da iş mi değerli okuyucu?
Şu sizin düşündüğünüze bakın hele? Hâlâ anlamadınızsa yazık…
Hadis, fıkıh ve tasavvufçulara karşı çıkan böyyük zamane âlimleri ne güne duruyor?
Onlara uyacaksınız işte…
EN GÜZEL ÖRNEK: RESÛLÜLLAH…
Değerli okuyucu!
Yukarıdan beri yazdıklarımızı okuyup da hâlâ ağzınız açık kalmadıysa, buyurun İslamoğlu’nun bir de şu cümlelerini okuyun:
“Hz. Peygamber’i her davranış ve sözünü yasa ya da norm olarak ortaya koyan formel bir değere indirgeyen bir damar hep olagelmiştir.” (Sa. 200-201)
Gördüğünüz gibi, Bay Yazar, Hazreti Peygamber’in her davranış ve her sözünün yasa ve norm olarak kabul edilmesini de ka-bul-le-ne-mi-yor.
Yasanın kanun demek olduğunu biliyorsunuz. Norm ise, “Davranış prensibi, ölçü, kural, nizam” demek.
Yazara bakarsak, Peygamberimiz’in her söz ve davranışını ölçü ve kural olarak almamız yanlış. Ona göre demek ki, Peygamberimiz’in davranış ve sözlerinin bazısını alıp bazılarına kayıtsız kalmalıyız.
Efendim herkes kendi kabulünü ortaya koyuyor. Ne yapalım, demek ki yazarın kabulü de böyle işte.
O öyle söylüyor da, Peygamberimiz’in söz ve davranışları karşısında nasıl hareket etmemiz icap ettiği hakkında acaba kâinatın sahibi olan Hazreti Allah ne buyuruyor?
Kâinatın sahibinin emri işte şu:
“Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasak ettiyse ondan da vazgeçin.” (Haşr sûresi, âyet: 7)
Öyleyse, Mustafa İslamoğlu değil kim ne derse desin, bizim için her hareketine uyulacak tek örnek Sevgili Peygamberimiz’dir. O ne derse biz ona uyarız neyi de yasaklamışsa ondan da kaçınırız. Çünkü rabbimiz onu bize örnek insan olarak bildiriyor:
“Allah’ın resûlünde sizin için pek güzel bir örnek vardır.” (Ahzab sûresi, âyet: 21)
Öyleyse biz, başkalarına değil en güzel örneğe uymaya çalışacağız...
Ali Eren/Haberkita.com
17.05.2013
Abonnieren
Posts (Atom)