Sonntag, 2. Juni 2013

Kişinin sözü, kendisinin tarifidir


Kişinin sözü, kendisinin tarifidir
Başlık olarak aldığımız bu seçme sözü ilk defa ben söylüyor değilim. Bu, genel bir kâide. Yani eskiden beri söylenegelen bir sözdür bu, atasözüdür.



 Kişinin söyledikleri madem kendisinin tarifiymiş, öyleyse ben de siz okuyucularımıza Mustafa İslamoğlu isimli yazarın ÜÇ MUHAMMED isimli kitabındaki İslâmî meselelerle ilgili bazı sözlerini madde madde aktarayım da siz de bu sözlerden o yazarın tarifini çıkarın.

İslamoğlu şöyle diyor:

1- “…bu nasları (âyetleri) Hz. Peygamber’in okuyuşu (anlayışı demek istiyor) bir “hukukçu” gibi değil bir “peygamber” gibi olmuş…” (Sahife: 242)
Dikkaat!

Ne demiş!

“Bir peygamber olarak” dememiş de “peygamber gibi” demiş.
“Peygamber gibi” demek ne demek?

Peygamberlerin şahı olan Resûlüllah Efendimiz hakkında, “peygamber gibi” diyerek onu peygambere benzetmek de ne demek oluyor!
Bir peygamber, peygamber gibi değildir, bizzat peygamberdir. Tabii ki Resûlüllah Efendimiz de…
Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem zaten peygamber olduğu için kendisine inzal edilen âyetleri “bir peygamber gibi” değil, bizzat “bir peygamber olarak” okumuş, “bir peygamber olarak” anlamış “bir peygamber olarak” tatbik etmiş ve “bir peygamber olarak” da tebliğ etmiştir.
Bu sözün sahibi olan yazar, “Efendim ben peygamber kelimesini parantez içine alarak zaten sizin kastettiğiniz mânâyı kastettim” dese bile bu izah hatasını ortadan kaldırmaz.
Eğer o mânâyı kastettiyse, kastettiği mânâyı açıktan açığa yazmasına ne engel vardı ki yazmadı?
Neyi kastettyse onu yazmalıydı. Yazmamış, teşbih/benzetme yapmış.
Müslümanlar olarak imanımız odur ki bütün peygamberler Allah’ın âyetlerini bir peygamber gibi değil bizzat peygamber olarak okuyup anlamış ve anlatmışlardır. Zaten başka nasıl olacak ki?
Onun için, “Bir peygamber gibi” diyerek teşbihe/benzetmeye gidilmesi câiz olamaz.

Eskiden böyle şeyler yoktu. Yazar sayesinde, bu usül, yani Peygamberimiz’in, âyetleri “bir peygamber gibi” yani peygambere benzer şekilde okuyup anladığını söylemek de yeni çıktı.

Böyle söylemekteki gaye ne? Yoksa okuyuculara, Peygamberimiz hakkında başka ihtimallerin de olduğu mu düşündürülmek isteniyor?
Sevgili peygamberimiz (s.a.v.), âyetleri katiyen “bir peygamber gibi” hâşâ bir peygambere benzer şekilde değil doğrudan doğruya bir peygamber olarak okumuştur.

Yazar, şu veya bu şekilde yukarıdaki sözünde bir hata veya bir art niyet olmadığını söylemeye yeltenecek olsa bile diğer sözleri sırada duruyor. Onlar da aynı kitapta. Onlara ne izah getirecek?

İKİNCİ TÖHMET…

Buyurun bir başkasına geçelim:
2- Zina ettiğini itiraf eden veya gördüklerine dair dört şahidin açık beyanıyla zina ettiği kesinleşen evli kimseler, İslâm hukukuna göre kadı/hâkim tarafından recm cezasına çarptırılır.
Recm, taşlanarak öldürmektir.

Recmde önce kadı ve şâhitler taş atarlar. Bunlardan herhangi birisi taş atmaktan çekinir veya vaz geçerse, recm cezası ortadan kalkar ve o kimse recmedilmez.

Peygamberimiz zamanında kendisine recm cezası tatbik edilen kimseler olmuştur. Yukarıdaki sözlerin yazarının da yazdığı gibi, Maiz isminde bir zat, Peygamberimiz’e gelip zina ettiğini itiraf etmiş ve kendisine recm sezası tatbik edilmiştir.

Zamanımızda da insanlar tarafından recm’in ne demek olduğu biliniyor. Yine zamanımızda –tatbik edilmiyor olsa da- bu İslâmî cezayı ağır gören bazı kimseler, “yarası olan gocunur” kabilinden midir nedir, recm kelimesini ağızlarına alamıyor ve bu kelime üzerinden İslama saldırıyorlar.

Sayın Yazarın, böyle saldırıların varlığını bilmediğini söylemek saflık olur. Yazarımız bunu biliyor ve ihtimal ki tepki almamak için kitabında Peygamberimiz zamanında tatbik edilen recm hadisesinden bahsederken, özellikle recm kelimesini kullanmaktan . Recm demiyor da onun yerine “zinanın en ağır cezası” demeyi tercih ediyor.

Yani kitaplarda açık açık beyan edilen bir cezanın adını anmayıp bu şekilde geçiştiriveriyor.

Oysa kitaplarda bu cezanın özel adı recm‘dir. Öyleyse, bu cezadan bahsedilirken elbette ki recm denilmesi icap ederdi.

Biz, yazar hakkında hüsn-i zanda bulunarak, -hadi neyse- tenkitlerden çekindiği için recm kelimesini kullanmadığını söylemekten vaz geçelim. Hatta daha ağırını hiç düşünmeyip, “Recm cezasını içine sindiremediği için recm yazamıyor” da demeyelim.

Ama bizi yazarın recm kelimesini kullanmaktan niçin kaçtığı ilgilendiriyor. İlgilendirdiği için de zina cezasının orijinal ismi olan recm kelimesi yerine niçin “zinanın en ağır cezası” dediğini kendisine soruyor ve cevabını da bekliyoruz…

LİNÇ BAŞKA RECM BAŞKA…

3- Az yukarıda “Recm cezasını içine sindiremediği için recm yazamıyor” demek istemedimizi ifade etmiştik. Fakat yazarın sözlerini üst üste koyunca, insan bir yere geliyor ve “Bu zat yoksa recm cezasını içine sindiremiyor mu? Niçin bir türlü recm kelimesini telaffuz edemiyor?” diye düşünmekten de kendini alamıyor.

Çünkü yazar, İslâm hukukunda meşrû bir ceza olan recm hakkında yukarıdaki tavrıyla kalmıyor, biraz aşağıda yine recm hakkında bu sefer de “Linçe benzer infaz” diyor.

E canım! Şimdi onun bu cümlelerini okuyanlar, “Bu zatın dili bir türlü recm demeye varmıyor” derlerse haksız mıdırlar?
Baksanıza…

Recme kâh “zinanın en ağır cezası” diyor, kâh “linçe benzer infaz” diyor ama bir türlü bu cezanın orijinal ismi olan “Recm” kelimesini kullan(a)mıyor.
Recm’e “linçe benzer infaz” demesi ise başlı başına bir saptırma ve İslâm hukukuna iftiradır.

Çünkü linç başka recm başkadır.

Recm, İslâmî kanun ve nizamlara uygun olarak verilen meşrû bir ceza, linç ise bunun tam tersidir.

Peki linç nedir?

Linç, “Halkın galeyana gelerek bir suçluyu veya suçlu sandığı bir kimseyi yargılamaksızın öldürmesidir.”

Recm ile linç arasında 180 derece fark var. Recm meşrû, linç ise gayri meşrûdur. Recm tamamen kânûnî, linç ise tamamen kanunsuzdur. Nitekim linç kanunsuz bir fiil olduğu içindir ki, suçlu bilinen kimseler halk tarafından zaman zaman linç edilmek istenirse de emniyet kuvvetleri o kimseyi linç edilmekten kurtarırlar.

Çünkü, linç edilen insan suçlu bile olsa, onu cezalandırmak hakkı, halkın değil kanunundur.

Velhasıl, tamamen kânûnî ve hukûkî olan recm, yazarın dilinde adâlete uygun bir ceza olmaktan çıkıp, kâh “zinanın en ağır cezası” oluyor, kâh “linçe benzer infaz” olup çıkıyor.

İBÂDET OLARAK DEĞİL, ÖNLEM OLARAK ÖYLE Mİ?..

4- Yazar, dengesini kaybeden ve nereye yumruk salladığının farkında olmayan bir boksör gibi, Peygamberimiz’in, “Had âyetlerinin hükmünün infazını bir “ibâdet” olarak değil bir “önlem” olarak gördüğünü…” söylemek gibi çok yanlış bir değerlendirmede bulunuyor. (Sa: 242)

Aman Allahım! Onun yaptığı ne biçim bir değerlendirmedir böyle!
Peygamberimiz, âyetlerin hükmünü bir kötülüğe önlem/engel olarak yerine getirecek de bunu bir ibâdet olarak görmeyecek ha!
Peygamberimiz’in böyle bir şey yapması düşünülemeyeceği gibi, bir müslümanın Peygamberimiz hakkında böyle bir şey yazabilmesi de düşünülemez.

Çünkü, bir kötülüğe engel olmak zaten başlı başına bir ibâdettir.
Dolayısıyla, âyetlerin hükmünü bir kötülüğe “önlem olarak” yerine getirmek, o icraatın ibâdet olmasına engel değildir. Kötülüklere önlem almak zaten en büyük ibâdet değil midir?

Velhasıl, had (ceza) âyetlerinin hükmünün bir kötülüğe önlem olarak tatbik edilmesi, o icraatı ibâdet olmaktan çıkarmaz.

Zaten Peygamberimiz’in, yazarın değerlendirmesine uygun, hatta ona yakın hiç bir sözü de mevcut değildir.

İslâmî olmaktan fersah fersah uzak olan yukarıdaki değerlendirmeyi, günahıyla sevabıyla sahibine bırakıp devam edelim.

PEYGAMBERİMİZ OKU EMRİNİ DOĞRU ANLAMIŞ!..

5- İnsanlığa İslâmı tebliğ eden, bizzat Sevgili Peygamberimiz olduğu için, Kur’anı da İslâmı da en iyi anlayan ve anlatan da tabii ki yine Sevgili Peygamberimiz olacaktır.

Her Müslümanın inancı ve imanı da zaten böyledir. Bu husustaki bir tereddüt insanın imanını kökünden sarsar.

Peygamberimiz’in Kur’an’ı ve İslâmı nasıl anladığı hakkında değerlendirmeye gitmek bile -en hafif tabiriyle- haddini aşmaktır. Peygamberimiz hakkında, “Kur’an’ı doğru anladı” veya “Şu meseleyi doğru anladı” gibi değerlendirmeye gidenler, peygamberlik müessesesini de İslâm âdâbını da bilmeyen câhil üstü câhil kimselerdir.

Kimin ve hangi densizin haddinedir ki, Peygamberimiz hakkında böyle bir değerlendirmede bulunsun.

Onun için, muhatap aldığımız yazarı biraz daha yakından anlamaları için, okuyucularımızın bu beşinci maddeyi ayrı bir dikkatle okumalarını istirham ediyorum.

Şimdi size, Mustafa İslamoğlu isimli yazarın, Peygamberimiz (s.a.v.) hakkındaki bir değerlendirmesini sunuyorum. Kendisini nerelerde görüyorsa, şimdi de Peygamberimiz’i tahlil ediyor:

“İlk hırsızlık cezasında, hırsızı malı üzerinde yakalayıp getirene çok sert biçimde çıkışacak, kendisine suçunu itirafa geldiğini anladığı bir adamı daha yaklaşmadan “Aman itiraf etme” diye uyaracaktır. Bütün bunlar, onun “oku” emrini, maksadı, okuma şeklinde doğru anladığının bir göstergesiydi.”

Gördünüz mü değerlendirmeyi!

Gördünüz mü haddini aşmayı!

Adam, Kur’an’ın “oku” emrini ve âyetteki maksadı “Peygamberimiz’in doğru mu yanlış mı anladığını” değerlendirmeye kalkışıyor ve –hele şükür ki- doğru anladığını söyleyebiliyor.

Peygamberimiz’e ne mutlu ki(!), kendisinden 14 asır sonra gelen böyyük bir yazar, Kur’an’ın “oku” emrini ve Allah’ın maksadının ne olduğunu, Peygamberimiz’in doğru anladığını söylüyor…
Eh… Hele şükür, Peygamberimiz (s.a.v.) Mustafa İslamoğlu’ndan geçer not almış.

Değerli okuyucu!

Şimdi siz demez misiz:

Be adam!

Sen kim oluyorsun…

Bütün insanlar kim oluyorlar…

Kâinattaki bütün varlıklar kim oluyorlar ki, Kâinatın Efendisi’nin âyetleri doğru anlayıp anlamadığı hakkında değerlendirmede bulunabilesiniz?
Peygamberimiz hakkında, âyeti yanlış anlama ihtimali mi görüyorsunuz ki, yanlış anlama ihtimali mi var ki, “Doğru anlamış” diyorsunuz.
Kur’an’ı da İslamı da Peygamberimiz doğru anlamayacak da kim doğru anlayacak?
Hem de …

Sen O’ndan daha mı üstünsün ki, O’nun tavrının doğru veya yanlış olduğuna karar vermek cesaretini göster(ebel)iyorsun!

Her hali, sözü, fiili ve icraatı Allah’ın kontrolü altında bulunan, hatta maddî vücûdu bile de Allah’ın koruması altında olan ve Kur’an’ın bildirdiğine göre, “Asla kendiliğinden konuşmayan, konuşması sadece vahye dayalı olan” Allah Resûlü, İslamı ve Kur’an’ı doğru anlamayacak da, O’nun nasıl anladığını tespite yeltenen haddini aşanlar mı doğru anlayacak?

Bir hâkimin bir kimseyi karşısına alıp, o şahıs hakkında hüküm vermesi gibi, yazar da Peygamberimiz’in icraatını önüne koymuş, hüküm veriyor: “Doğru anlamış.”

Onun hakkında Allah’tan başka hüküm verecek bir varlık var mıdır?
Ey İslamoğlu! Siz kendinizi nerede ve nasıl bir makamda görüyorsunuz ve bu cesareti nereden alıyorsunuz da bu cürme cesaret edebiliyorsunuz!
14 asırlık İslâm ilim çevrelerinde, sizin üstlendiğiniz bu cürme cesaret eden tek bir âlim var mıdır, olmuş mudur!
Yoktur! Olamaz da!

EŞSİZLİK AMA NE DE EŞSİZLİK?..

Demek ki, Peygamberimiz hakkında işlediğiniz bu cürüm hakkında eşsizsiniz, teksiniz, yegânesiniz…

Bu da size âhiret sermayesi olarak yeter de artar…
Ama siz bununla da yetinmiyor, benzer cürümleri işlemeye devam ediyorsunuz; daha hâlâ “Hz. Peygamber’in dînî anlayışı” diyebiliyorsunuz. (Sa: 245)

Bu ne demek şimdi? “Hz. Peygamber’in dînî anlayışı” ne demek?
Onun kendisine göre, hâşâ kendi kafasına ve değerlendirmesine göre bir din anlayışı mı var?

Din Allah’a aittir ve Allah nasıl bildirdiyse Hazreti Resûlüllah’ın tebliğ ettiği din de aynen odur.

Bunun hâricinde, Resûlüllah’ın kendine mahsus bir din anlayışı mı vardır ki “Hz. Peygamber’in dînî anlayışı” gibi bir söz söylenebilsin.

Ona dini Cebrâil Aleyhisselam vasıtasıyla bizzat Allah celle celâlühû bildirmiş, öğretmiş, belletmiş ve ilham etmiş olduğundan, Resûlüllah’ın kendine mahsus bir din anlayışı olduğunu söylemek asla doğru değildir. Onu bir değerlendirmeye tâbî tutmak ise haddini aşmaktır ve en büyük veballerdendir.
Çünkü din hakkında Allahü Teâlâ’nın muradı ne ise Resûlüllah’ın dini odur. Onun için “Hz. Peygamber’in dînî anlayışı” demek bir mânâda hâşâ “Cebrâil Aleyhisselam’ın dînî anlayışı” ve “Allah’ın dînî anlayışı” demenin başka bir çeşidi olmaz mı?

Velhâsıl, “Hz. Peygamber’in dînî anlayışı” gibi bir sözün, İslam âlimleri dilinde ikinci bir nümunesi yoktur ve böyle bir sözün vehâmeti ortadadır.
***
Bu cümleden olmak üzere, ulemâ çevresine şunu sormak isterim:
Bu ve buna benzer sözlerin, bu ve buna benzer değerlendirmelerin, imanlı gönüllerden çıkması mümkün müdür?

Allah tarafından gelen dînî bildirimi, dînî öğretimi, dînî belletimi ve dînî ilhamı bilmeyenlerin söyledikleri her söz boştur, yanlıştır, sakattır, mülğâdır, hevâdan konuşmaktır.

Hevâlarının zebûnu olanlar ise şeytanın ve nefs-i emmârenin kulları, köleleri ve tâbîleridirler.

Şeytan ve nefs-i emmâre ise Allah’ın düşmanıdır. İkisi de Allah’a düşmanlık için baş kaldırmışlardır. İkisinin tâbîleri de cahîmdedir.
Sözümüzü, “ÜÇ MUHAMMED” kitabının yazarı olan ve yukarıdaki ifadelerini tenkit ettiğimiz Sayın Mustafa İslamoğlu’na şu soruyu sorarak nihayete erdirelim:

Sayın İslamoğlu!

Âyetleri doğru anlayıp anlamama hususunda siz mi Hazreti Resûlüllah’ı değerlendirmek durumundasınız, yoksa Resûlüllah sizi mi?
Bu soruyu da “Cevaplan(a)mayacak sorular” dosyanıza atıverirsiniz artık…
Esselâmü alâ men ittebea’l-Hudâ…

Ali Eren / Haberkita.com
31.5.2013    http://haberkita.com/haberdetay.asp?Newsid=60253


Keine Kommentare:

Kommentar veröffentlichen