Montag, 3. Juni 2013

Sonu gelmez inkar zincirinden


Sonu gelmez inkar zincirinden
Kitap değil, sanki halkaları sonsuz yanlışlar zinciri. İçindeki yanlışlar yazmakla bitecek gibi değil. Hangi yanlışına baksanız ona bağlı başka bir yanlışla karşılaşıyorsunuz



Kitabın yazarı, kendinin sayısız yanlışlarına bakmadan bir de üstüne üstlük onu bunu tenkide kalkmaz mı!..

Onun tenkidine maruz kalmak için, sıkı bir ehl-i sünnet mensubu olmanız kâfi. Başka bir suçunuzun olmasına lüzum yok. Ama onun tenkit etmesi için tek sebep bu değil. Bir yerde, ehl-i sünnet veya ehl-i bid’ad olmanız da mühim değil. Eğer onun yerleştirmek istediği bir maddeye ters düşerseniz, acımasız bir tenkidine hazır olun. Meselâ bir önceki sahifede, işine geldiği için -yanlış olmasına rağmen- İbni Teymiyye’nin sözlerini delil olarak ele alıyordu. Bu sefer de –söylediği doğru olmasına rağmen- aynı İbni Teymiyye’yi tenkit ediyor.

Çünkü o, ehl-i sünnete uygun her doğruya itiraz etmeyi kendine vazife edinmiş. Öyle ki, Peygamberimiz’den 8 asır sonra, ileri sürdüğü sözlerle ehl-i sünnete ters düşen ve Vehhâbîlerin fikir babası olan İbn-i Teymiyye bile onun tenkidinden nasibini alıyor.

İbni Teymiyye ehli sünnete ters düştüğü için, gerçi biz de onun en sert tenkitçilerindeniz. Ama Sayın Yazarın tenkidi ile bizimkisi arasında mühim bir fark var. Şöyle ki:

Sayın Yazar Şiîlere karşı sevgi, ve hayranlık hisleriyle dolu olup onları herkes gibi şiî kelimesiyle değil, “Ehl-i beyt mektebi, ehl-i beyt okulu, ehl-i beyt mezhebi” gibi gizleyici ve sevdirici ifadelerle anıyor. İbni Teymiyye ise Şiîlere karşıdır. Mustafa İslamoğlu’nun İbni Teymiyye’yi tenkidinin esas sebebi işte budur. Yani Ehl-i sünnete ters olması değil, şiîleri tenkit ediyor olması.
Yazarın kendisinden öğrendiğimize göre, İbn-i Teymiyye, Es-Sarîmi’l-Meslûl… isimle eserinde “Bir Peygambere hakaret edenin öldürülmesi gerektiğini” ifade ederken, şu sert ifadeyi kullanıyormış:

“Kim bir peygambere hakaret ederse o öldürülür. Kim onun sahabesine hakaret ederse derisi yüzülür.”

Es-Sarîmi’l-Meslûl isimli eseri okumadığımız için, İbn-i Teymiyye aynen böyle mi yazmış bilmiyoruz. Ama gerçekten, “Derisi yüzülür” diye yazdıysa, bu aşırı bir ifade. Öyle yazacağı yerde, “Öldürülür” denilmesi yeterdi. Biz onun bu cümlesini Mustafa İslamoğlu’nun Üç Muhammed kitabının 79. sahifesinden aktarıyoruz.

Her ne kadar Üç Muhammed kitabı böyle yazıldığını söylüyorsa da bunda da şüphem var. Çünkü İslamoğlu’nun, kendi fikrini kabul ettirmek için, olmayan şeyleri varmış gibi göstermek gibi bir huyu olduğunu biliyorum. Tereddüdüm bundan dolayı…

Ancak ortada bir gerçek var. Şiîler, sıradan sahâbîler şöyle dursun, ashabın en büyüklerine bile dil uzatıyor, hakaret ediyorlar. Bunu bi kere kimse inkar edemez. İslamoğlu, İbni Teymiyye’yi bizim gibi ehl-i sünnete ters düştüğü için değil, “Peygamberimiz’e ve onun sahabesine hakaret edenlerin öldürülmesi gerektiğini” yazdığından dolayı tenkit ediyorsa, kendi düşüncesine göre haklı. Çünkü, eğer İbni Teymiyye’nin yazdığı kabul edilecek olursa, neredeyse derisi yüzülmeyecek şiî kalmaz. Zira Şiîler ashabın bir çoğuna ağız dolusu hakaret etmeye devam ediyorlar…

İTİRAZ AMA NE İTİRAZ…

Üç Muhammed kitabının yazdığına göre, İbni Teymiyye’nin kitabında şu cümleler de yer alıyormuş:

“Kendi sesini Peygamber’in sesinden fazla yükselttiği sabit olan kimsenin, bundan dolayı, haberi olmadan küfre düşmesinden ve tüm yaptıklarının boşa çıkmasından korkulur.”

Biz gerçi Müslümanların Resûlüllah’a karşı hassasiyetlerinin nasıl olması icap ettiğini İbni Teymiyye’den öğrenecek değiliz. Ama kim söylemiş olursa olsun doğru doğrudur; dolayısıyla İbni Teymiyye’nin bu sözü de doğrudur. Ve ehl-i sünnetin hatta hiçbir müslümanın bu hususta bir itirazı olamaz. Çünkü herhangi bir şekilde bu söze itiraz, -Allah korusun- doğrudan doğruya Kur’an’a itirazdır. Zira bunu İbni Teymiyye’den önce Kur’an-ı Kerim söylemektedir:

“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstünde yükseltmeyin. Konuşurken birbirinize bağırdığınız gibi (çağırmak için) ona bağırmayın. (Yoksa) siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (Hucurât sûresi, âyet: 2)

Peygamberimiz’in huzurunda yüksek sesle konuşanlar hakkında Kur’an’ın hükmü böyle. Ama yazar İslamoğlu için bu hüküm hiçbir bir şey ifade etmiyormuş gibi, şunları yazmakta hiçbir mahzur görmüyor:
“Bırakınız kendisinden yüksek sesle konuşan mü’mini, kendi canına kastedenleri dahi bağışlayan rauf ve rahim bir peygamber, kendisi adına verilmiş böylesi hükümleri görse, ne derdi? sorusu, bu tür durumlarda sorulması gereken en doğru sorudur.” (Üç Muhammed, sa: 79)
Bu ne demek şimdi değerli okuyucu Allah aşkına!

Her şeyden önce, bu hükmü veren Hazreti Allah’tır.

Kur’an böyle ferman buyurduktan sonra kime ne demek düşer?
Bu emir karşısında bir Müslümana düşen, başım gözüm üstüne demek değil midir!

Kur’an-ı Kerim’i insanlara okuyup anlatan Peygamberimiz değil mi ki yazar, “böylesi hükümleri görse, ne derdi?” diyebiliyor?

Peygamberimiz, Kur’an’daki bu hükmü görmemiş midir yani?
Tabii ki görmüştür ve görüp ashabına anlatmış, ashab da o Resûl’ün huzurunda seslerini yükseltmemiştir. Var mı daha ötesi!..
Bunu Kur’an söylüyor. Kur’an, Peygamberimiz hakkında böyle bir hüküm verdikten sonra, o kitaba inanan ve onun mânâsını bildiğini iddia eden bir kimsenin buna itirazı mümkün müdür?

Bu söz karşısında, “Bu şahıs ya Kur’an’ı bilmeyecek kadar câhil veya Kur’an’ın verdiği hükmü kabul etmiyor” demez misiniz?
Lütfen altını çizdiğimiz yukarıdaki satırı bir defa daha okuyunuz. Gördüğünüz gibi, Bay İslamoğlu Peygamberimiz hakkında, “Kendisi adına verilmiş böylesi hükümleri görse ne derdi… ” diyebiliyor.

Ne diyecek; rabbimin emri başım gözüm üstüne derdi.
Bu ne demek Allah aşkına?

Kur’an Peygamberimiz’e indirilen bir kitap değil midir?
Peygamberimiz, (s.a.v.) Kur’an’ın kendisi hakkında verdiği bu hükmü görmemiş olabilir mi?

Bütün âyetler gibi bu âyetin hükmünü de ümmetine tebliğ eden, öğreten bizzat Hazreti Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kendisi değil midir?
Bu hükmü indiren Hazreti Allah olduğuna göre, “Kendi canına kastedenleri dahi bağışlayan bir peygamber, kendisi adına verilmiş böylesi hükümleri görse, ne derdi?” demek, ne demek oluyor?

Yazarın bu sözü Allah’ın verdiği hükme itiraz değilse neye itirazdır?
“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstünde yükseltmeyin. Konuşurken birbirinize bağırdığınız gibi (çağırmak için) ona bağırmayın. (Yoksa) siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir” beyanı bizzat Allah’a aittir, var mı daha ötesi?

İslamoğlu, bu itirazıyla Hayrettin Karaman kadar olamamıştır. Hayrettin Karaman, “Abdest alırken biz bizeyken ayağımıza meshedelim ama başkalarının yanındayken yıkayalım” diyormuş.
Yazar İslamoğlu da, bu hükmü kendisi kabul edemeyebilir. Ama Müslümanları mânen mahvedecek olan bu itirazları kitabına koymamalıydı.

Neyse… Artık haddini bilmeli ve “Peygamber görse ne derdi? diyerek buna Hazreti Resûlüllah’ı da ortak etmeye kalkışmamalı…

Müslümanlıkta esas olan, Allah’ın her hükmünü kayıtsız şartsız kabul etmek değil midir? Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin fâsıklar, zâlimler ve kâfirler olduğu Mâide sûresinin 44, 45 ve 47. âyetlerinde açıkça beyan buyurulmuyor mu?

Her neyse… Biz fazla ümidimiz olmasa da, “Allah’tan ümit kesilmez” diyerek, bu gerçekleri kendisine hatırlatmayı bir vazife addediyoruz.

TÂBİÎNE DE İTİRAZ…

Kitabının 28 sahifesinde, “Ümmetin her ferdi Peygamber gibidir” diyerek, Peygamberimiz’le diğer insanlar arasında bir fark olmadığını söylemek cüretini gösteren zatı alkışlayan yazar, Hazreti Resûlüllah’ın diğer insanlardan üstünlüğünü kabule bir türlü yanaşmıyor. Hazreti Resûlüllah’ın üstünlüğünden bahsedenleri “Aşırı yüceltmeci” görüyor ve “O kadar da abartmayın” demeye getiriyor.
“Aşırı yüceltmeci peygamber inancı” diye bir suç uydurmuş, onun için Hazreti Resûlüllah’ın üstünlüklerini bildiren her sözü bu suç içine sokarak itiraz üstüne itiraz ediyor. Bundan dolayı, tâbiînden mübârek bir zat olan Vehb bin Münebbih Hazretleri’nin Peygamberimiz (s.a.v.) hakkındaki şu sözüne de haliyle itiraz ediyor:

“Yetmiş bir kitabı okudum. Tümünde şu gerçeği gördüm: Dünyanın başından sonuna kadar, gelmiş geçmiş tüm insanlığın aklıyla Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin aklı kıyaslandığında, bir tek kum tanesi karşısında dünyanın tüm kumları kadar tüm insanlığa üstün olduğu görülür.”

***

Meşhur âlimlerin eserlerinde yer alan Peygamberimiz’in (s.a.v.) şu hadis-i şerifleri de İslamoğlu’nun tenkidinden kurtulamıyor:
“İsrâ (mirac) gecesinde semaya yükseltildiğimde, orada ilk gördüğüm şey, yazılı olan ismimdi: Muhammed Allah’ın resûlüdür, Ebûbekir Sıddık da halefim (halifem)dir.”

İslamoğlu, bu hadis-i şerife itiraz edilmemesini kabullenemiyor. Bu hadis-i şerifi El-Hasâisu’l-Küsrâ isimli eserine alan İmam Süyûtî’ hakkında da, “Bu hadise hiç itiraz etmemiş” diyor. (Aynı eser, sa: 81)

Haklı da… Öyle ya canım, âlim dediğin hadislere itiraz etmeli ki onun büyük âlim olduğunu bilelim.(!)

Hatta İmam Süyûtî hadislere itiraz etmemesi bir tarafa üstelik hadislere o kadar değer vermiş ki 200.000 hadisi ezbere bilen bir hadis hâfızı yani küçücük bir âlim iken, İslamoğlu bütün hadis ilmi CDdeki/Elfiye’deki hadislere bağlı olan kocaman(!) bir âlimdir. Demek ki bundan dolayı İmam Süyûtî’yi tenkit ediyor. Öyle ya, her zaman büyüğün küçüğü tenkide hakkı vardır.
İmam Süyûtî, 500 senedir hâlâ okunan Celâleyn gibi bir tefsirin ortak müellifi olan küçücük bir âlimdir. İslamoğlu ise, Hayat Kitabı Kur’an isimli tefsirî bir meâl hazırlamıştır ki, mâşallah bu eseri tenkit eden kitaplar eserden daha fazla sahife tutmaktadır. Hangi fâniye böyle bir bahtiyarlık nasip olur.
Öyleyse, İslamoğlu kendi eserinin tenkitleriyle meşgul olacağına, o küçücük âlimi, İmam Süyûtî’yi tenkit eder daha iyi. Çünkü, her zaman büyüğün küçüğü tenkide hakkı vardır.
İmam Süyûtî, İslam tarihinde büyüklü küçüklü 600 civarında eser sahibi olan belki de tek kişi olan küçücük bir âlimdir. İslamoğlu ise onun eserlerinin isimlerini bile sayamayacak biri olsa bile, eserleri hakkında yapılan tenkitler Süyûtî’nin eserlerinin sayısına erişmek istidadında olan bir âlimdir. Bu durumda İmam Süyûtî’yi tabii ki tenkit edecektir. Çünkü, her zaman büyüğün küçüğü tenkide hakkı vardır değil mi ya.

İslamoğlu, yukarıdaki hadis-i şerifin, “Hazreti Ebûbekir’in halifeliğine karşı çıkılmaması için uydurulmuş olduğu” kanaatında. (Sahife: 80)
Netice:

İmam Süyûtî, nihayet 200.000’cik hadisi ezbere bilen, sadece 600 tanecik ilmî eser verebilen küçücük bir âlimcik. Haliyle İslamoğlu gibi büyük bir âlim gib olamaz. Öyleyse rica edelim, Bay İslamoğlu ilim eksikliğinden dolayı yukarıdaki hadis-i şerife hiç itiraz etmemesini hoş karşılayıversin. Affetsin, kusuruna bakmasın artık. Bir hatadır olmuş.

Mühim olan bu hadisin uydurma olduğunu öğretmek değil miydi. Nasıl olsa, uydurma olduğunu Sayın İslamoğlu vasıtasıyla öğrenmiş olduk. Öyleyse gaye tahakkuk etmiştir. Mesele yok…
Ama Bay Yazar, niçin itiraz edilmediğini bir türlü kabullenemiyor. Onlardan ümidini kestiği için konuyu kendisi ele alıyor ve meseleye hayret edilecek şekilde yaklaşıyor. Ama ne yazık ki kuru, sığ, itaatten uzak ve itiraza dayalı bir mantıkla. Kitabını okuyan görür…
Peygamberimiz’in hiçbir kimseden okuma-yazma öğrenmediğini hatırlatarak, semadaki yazıyı nasıl okuyabildiğini İmam Süyûtî’nin sorgulamadığına da itiraz ediyor…

İyi de Sayın İslamoğlu!

Habibini göklere davet eden Hazreti Allah celle celâlühû, “Ey habibim! O gördüğün yazıda şunlar şunlar yazılıdır” diye bildiremez mi? Veya Cebrâil Aleyhisselam bildirmiş olamaz mı?

Değerli okuyucu! Bu konu için lütfen 32. makaleye de bakınız…

HATIRLAYALIM; MİRACA İTİRAZ EDEN KİMLERDİ?..

Sayın yazara şunu soralım:
Meseleye imânî bir düşünceyle değil de sadece dünyevî bir mantıkla, şüphe ve itiraz açısından bakacak olursak, Mirac gecesinde Peygamberimiz’in Mekke’den Kudüs’e, oradan göklere ve Allah’ın dilediği yerlere nasıl gittiğini, tekrar geri nasıl döndüğünü ve bunların bir anda nasıl gerçekleştiğini de sorgulamamız ve itiraz etmemiz icap etmez mi?

Öyle mi yapalım yani? İtiraz mı edelim?

Nitekim böyle bir sorgulama olmadı değil. Fakat bu sorgulamayı yapanlar mü’min değil müşriklerdi.

Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem, Mirac gecesi sabahı bu yolculuğu anlatınca, meseleyi imanla değil inançsız akılla değerlendirmeye kalkışan bazı Müslümanlar, anlamadıkları için İslamdan dönüp mürted olmuşlardır. Zaten mâneviyatsız kuru akıl, insanı götürse götürse ancak ve sadece inkar ve mürtedliğe götürür…
Öbür taraftan, Peygamberimizin Mirac yolculuğunu, “Resûlüllah söylüyorsa doğrudur” diye, tereddüt etmeden, duraklamadan, şeksiz-şüphesiz kabul eden Hazreti Ebû Bekir radıyallâhü anh de “Sıddîkiyet” makamına erişmişti.
İnsanların zihinlerini bulandırmaya çalışanlara şunu soralım:
Âdem Aleyhisselam’dan önce hiçbir insan yoktu. Dolayısıyla hiçbir insandan bir şey öğrenmesi mümkün değildi. Ama Kur’an’da haber verildiğine göre Allah’ın öğretmesiyle her şeyin ismini bilir hale geldi ve bunu meleklere de tekrarladı. (Bakara sûresi, âyet: 31, 32, 33)

Hazreti Âdem kimseden bir şey öğrenmedi diye şimdi buna itiraz mı edelim?
Allah’ın öğretmesi yok mu?

Hazreti Âdem’e eşyanın isimlerini öğreten Hazreti Allah, habibine bir yazıyı niçin bildirmemiş olsun?

Yine Âdem Aleyhisselam cennette her yaprakta “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlüllah” yazısını gördüğü için, yasak meyveden yeyip yeryüzüne indirildiğinde, “Yâ rabbi beni habibin Muhammed hürmetine affet” diye ilticâ etmiş ve affedilmişti.

Âdem Aleyhisselam da kimseden okuma-yazma dersi almamıştı.
O zaman Âdem Aleyhisselam’a bu yazıları okumayı kim öğretmişse, Peygamberimiz’e de semada kendi isminin ve Hazreti Ebî Bekir radıyallâhü anhin isminin yazılı olduğunu da o öğretmiştir…

Var mı bunu kabul etmeye bir engel!..

Yoktur, olamaz!.. Yeter ki, kalblerde ötelerin ötesine inanmaya meyil ve kâbiliyet olsun…

DERDİ NE?..

Bütün gayretini bu ümmetin mevcut Peygamber inancını değiştirmeye yoğunlaştırmış gözüken Bay İslamoğlu, abartılı bir hâdiseye misal olarak, Kadı İyaz’ın Şifâ-i Şerif’inde geçen bir meseleyi gösteriyor. Abartılı bulup kabul edilemez bir mesele olarak sunduğu hadise şöyle:
“Abdullah b. Ubeydullah el-Ensârî’den rivayet edildi:
Sabit b. Kays b. Şemmas’ın defni sırasında orada bulunanlar arasındaydım. O Yemâme’de öldürülmüştü. Onu kabre indirdiğimizde ondan şöyle bir ses duyduk:

Muhammed Allah’ın resûlüdür. Ebûbekir sıddıktır, Ömer şehiddir, Osman iyi ve merhametlidir.

Bunun üzerine dönüp baktık, ama o ölüydü.” (Aynı eser, sa: 82)
İslamoğlu’nun kabule yanaşmadığı bu hadisenin, bir Müslüman için kabul edilemez tarafı var mı değerli okuyucular?

İslamoğlu, galiba mûcize ve kerâmet gibi şeylerin varlığını kabul edemediği için böyle şeyleri bir mitoloji olarak görüyor. Mâlum, mitoloji bir şeyi hayalinde büyültmek demek.

Bay Yazar, Müslümanların Hazreti Resûlüllah’ı zihinlerinde gereksiz bir şekilde büyülttüklerini, aslında Resûlüllah’ın Müslümanların zihinlerinde büyültüldüğü kadar büyük olmadığını yana yakıla anlatmaya çalışıyor.

Ona göre, bu yanlışa düşenler sadece avam veya müfrit (aşırı) sufiler değil. Adı sanı belli değerli âlimler de bu yanlışı beslemişlerdir. Bir de misal veriyor. Diyor ki:

“Meselâ Buhârî şârihi Bedrüddin Aynî, Hazreti Peygamber’in yeryüzündeki tüm dilleri bildiğini söyleyebilmiştir.” (Üç. Mu. Sa: 82)

Meseleye maddî açıdan bakarsak tabii ki böyle bir şey olamaz. Ama bir mûcize olarak bakarsak niçin mümkün olmasın ki!..

Onun bakışı her nasılsa, İslamoğlu’na göre böyle bir şey mümkün değil…

Değerli okuyucu!

Peygamberler diğer insanlar gibi değildir. Onlar, Allah’ın vahyine mazhar olan sevgili kullarıdır. Onun için, Peygamberimiz’in bir mûcize olarak bütün dilleri bilmesi imkansız değildir. Ama tabii ki bu bizim inancımız. Peygamberleri diğer insanlar gibi görenlerin ise bizim gibi inanmaları tabii ki beklenmez; beklemiyoruz da...

SAHABENİN SEÇKİNLERİNİ BARİ ÂLET ETMESE…

Her şeyin en doğrusunu anlayabilmek için sadece aklını kullanan yazar, Sahih-i Müslim’deki şu hadisi de diline doluyor:
“Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Enes’in evinde uyudu ve terledi. Enes’in annesi bir bardak getirdi ve terini bir bardağa topladı. Resûlüllah bunu ne yapacağını sorduğunda, o da dedi ki: “Kokumuzun içine katacağım; çünkü o kokuların en güzeli.”
Bu hadis-i şerifi inkar etmek için bir şeyler bulması lâzım ya; ortaya şöyle bir soru atıyor:
“Bu tavır, (Peygamberimiz’in terini bardağa toplamak) sahabenin seçkinlerinin onayladığı bir tavır mıdır?”
Sorusunun cevabını da kendisi veriyor:
“Elbette ki hayır.”

Hayır derken ilmî bir dayandığı olsa bari. Ama yok. Olsa canımız yanmayacak da ne gezeer!

Onun derdi zaten meseleye ilmî bir izah getirmek değil, Peygamberimiz’in terinde bir üstünlük olmadığını söylemek…

Bir meseleye ilmî izah getirebilmek için insanda ilim olması lâzım? Ne yazık ki onda da işte o yok…

Herkes gibi, İslamoğlu’nun her sözüne itimat eden kimselerden bu satırları okuyanlar, “Allah Allah! Adama bak, İslamoğlu’nun ilmi olmadığını söylüyor” diyeceklerdir. Haklıdırlar. Çünkü İslâmî ilim sahibi olmayan ve başka âlimleri görmeyenler öyle zannederler. Ancak böyle kimselerin, İslamoğlu’nun bu cümlelerinde ortaya koyduğu ilmî kaideler olup olmadığına bakmalıdırlar.
Tanıdığınız, bildiğiniz âlimlerden lütfen şunu sorunuz:

Yüksek İslam Enstitüsü’ne girip bitiremeden ayrılan, Ezher Üniversitesi’ne girip orayı da bitiremeyip, ikinci sınıfı bile geçemeden orayı da terk eden bir kimsede ne kadar dinî ilim olur?

İlmi olmadığı içindir ki ilimle değil de kendi sakim mantığı ile bir şeyler yapmaya çalışıyor. O sakim mantığıyla, yukarıda anlatılan Resûlüllah’ın teri meselesine şöyle bir izah getiriyor:
“Öyle olsaydı, (Peygamberimiz’in terinin toplanmasını sahabenin seçkinleri onaylamış olsaydı demek istiyor) aynı şey, Hz. Peygamber’in her gece yanlarında yattığı eşlerinden, kızı Fatıma’dan, damadı Ali ve diğerlerinden rivayet edilirdi.”
Hani nerede bu itirazlı izahın ilmîliği? Bu itirazda ilim de yok ilimden bir milim de yok. Zaten ortaya koyduğu itiraz herhangi bir âlime ait olmayıp kendisinin bulduğu yanlış ve tutarsız bir açıklamadır.
Hazreti Enes’in evinde gerçekleşen bir hadiseyi, Peygamberimiz’in eşlerinin, Hazreti Ali veya Hazreti Fâtıma’nın rivayet etmeleri için onların da orada bulunmaları icap ettiğini düşünemiyor.

Bu sözüyle eğer, “Peygamberimiz’in teri güzel kokuyor olsaydı, onu eşleri de, Hazreti Ali veya Hazreti Fâtıma da toplarlardı. Terinin güzel kokması falan yoktu” demek istiyorsa onu da açıkça söylesin de ne onu da bilelim.
Ama bilsin ki, Peygamberimiz’in mübârek terinin ve teninin mis gibi koktuğuna dair kendisinin kitabına aldığından başka birçok rivâyetler var. Bir sokaktan geçse mübârek vücudunun kokusu o sokakta, bir çocuğun başını okşasa mübârek elinin kokusu o başta epey bir müddet hissedilirdi.
İkide bir tenkit ettiği İmam Süyûtî gibi hadis hafızı olmayan İslamoğlu, başkalarının hazırladığı Elfiye’ye bakarak bu son paragrafta söylediğimiz rivâyetleri bol bol görecektir.

Ama rica edelim, lütfen diğer meselelerde yaptığı gibi “400.000 hadis taradım ama böyle bir şey bulamadım” demeye kalkmasın. O zaman biz de istemeye istemeye kendisi hakkında “Yalan” kelimesini kullanmak mecburiyetinde kalırız. Bizi bu mecburiyette bırakmamasını arzu ederiz.

DEMEK İSTEDİĞİ…

Yazar yoksa bu meselede başka bir şey demek istiyor da, ifade kabiliyeti kâfi gelmediği için söylemek istediğini tam anlatamıyor mu?. “Her gece yanlarında yattığı eşlerinden, kızı Fatıma’dan, damadı Ali ve diğerlerinden rivayet edilirdi” derken, yoksa “Onların da Peygamberimiz’in terini topladıkları rivayet edilirdi” demek mi istiyor?

Ama şu kadarcığını düşünemiyor ki, Peygamberimiz (s.a.v.) zaten her zaman yakınlarıyla beraberdi. Dolayısıyla onlar zaten O’nun mübârek kokusuyla yüzyüzeydiler. Onun için O’nun mübârek terini toplamalarına ihtiyaç yoktu…
Sahabeden diğerlerinin toplamamalarına gelince:

Resûlüllah Efendimiz sırasıyla her gün bir sahâbînin evinde uyuyor ve uyuduğu yerde terliyor değildi ki, ashabın hepsi de Peygamberimiz’in terini toplamış olsun…

Sayın inkarcı şu soruya ne cevap verecektir:
Hazreti Enes’in annesinin, Peygamberimiz’in terini bir bardağa toplaması hakkında, “Bu tavır, sahabenin seçkinlerinin onayladığı bir tavır mıdır?” diye soran yazar, “Elbette ki hayır” diyor. O salahiyeti nereden aldıysa, ashabın seçkinleri namına hüküm veriyor ve kendi sorusunu yine kendisi cevaplıyor.
Yani ilmî bir cevap ver(e)miyor, onun için de kanaatını söylüyor.
Ona göre ashabın seçkinleri “Elbette ki hayır” dermiş, bize göre de “Elbette ki evet” derlerdi.
Ve iddia ediyoruz ki bizim dediğimiz doğrudur. Çünkü hiçbir seçkin sahâbî Hazreti Enes’in annesine, “Resûlüllah’ın terini niçin bardağın içine topladın?” diyecek değildi. Nitekim dememişlerdir.

Biz, inkârcı yazar gibi kanaat serdetmiyor ilmî cevap veriyoruz. İşte cevabımız:
Peygamberimiz’den veya seçkin sahabîlerden, Hazreti Enes’in annesine bu hareketinden dolayı herhangi bir itiraz gelmemiştir. İnkârcı yazar tersini iddia ediyorsa, kendi kanaatını bıraksın da ilmî cevap versin, buyursun belge getirsin.

İnkârcı yazar, Peygamberimiz’in terinin çok güzel koktuğunu inkar etmek için uğraşadursun, yukarıda da yazdığımız gibi, eserler Peygamberimiz bir çocuğun başını okşadığı zaman o çocuğun üzerinde mübârek kokusunun günlerce gitmediğini yazıyor. Bir sokaktan geçse, mübârek kokusundan, biraz önce o sokaktan geçtiği anlaşılıyordu.

Her sahabî, Peygamberimiz’in mis gibi kokan terini toplamamıştı ama, birçokları tıraş olduğu zaman mübârek sakalından ve saçından bir kıl temin etmek için uğraşmış ve onu teberrüken taşımıştı.

Bunların hepsi siyer kitaplarının yazdığı gerçeklerdir…

Sayın yazar buyursun inkâr edebiliyorsa bunları da inkâr etsin…
Son olarak, sahabenin seçkinlerinin onayından bahseden Sayın Yazar’a bir soru soralım:

Sahabenin seçkinleri, Hazreti Ebû Bekir’in de Hazreti Ömer’in de Hazreti Osman’ın da (radıyallâhü anhüm) halifeliklerini, itiraz etmeyip onaylamışlardı. Bunu siz de onaylıyor musunuz?..


Ali Eren / Haberkita.com
06.05.2013 http://haberkita.com/haberdetay.asp?Newsid=49063

Güzel Sözler



“Ölçünüz Allah rızası için olsun ,Insanoğlu bu ;bugün överler yarın söverler .. 

Bişr-i Hafi Hazretleri




Şeriat kim saray-ı kibriyadır,
Hakikat mülküdür, muhkem mebnadır.
Ânın (Onun) taşını kim oynatırsa,
Yerine başını koymak revadır...




Açıklaması:

Şeriat ki bir koca saraydır
Hakikat mülküdür, sağlam binadır.
Onun taşını yerinden oynatanın
Başını kesmek hak ettiği cezadır.

Şeyhülislam İbni Kemal








Sonntag, 2. Juni 2013

Peygamberimiz'i öven herkese itiraz

Peygamberimiz'i öven herkese itiraz
Değerli okuyucu! Önceki sahifelerden beri, yazar Mustafa İslamoğlu’nun çoğunu bile bile yaptığı yanlışlarından ve yanıltmalardan bahsediyoruz ya, bu tavrımızı köşe yazarlığı yaptığımız gazetede de sürdürmüştük.

Bazıları bu tavrımızdan rahatsız durumdalar. Çareyi bendenizi telefonla taciz etmekte buluyorlar. Telefon ediyor ama itirazlarının arkasında da duramıyorlar, birkaç cümleden sonra cevapsız kalıp kapatıyorlar.
Dedikleri ezcümle şu:

Bizim derdimiz neymiş?…

Mustafa İslamoğlu’ndan ne istiyormuşuz?…

Yoksa bizim rantımıza engel olmuş da onun için mi aleyhinde yazıyormuşuz?…

Uğraşacak başka kimse kalmadı mı da onunla uğraşıyormuşuz? Vesâire…
Ben de kendilerine şöyle diyorum:

1- Biz ondan bir şey istemiyoruz. Ama kendisine, “İslam itikadından ve İslam fıkhından ne istiyorsun?” diye soruyoruz.
2- Rant peşinde değiliz, esasen İslamoğlu ile bizim aramızda bir rant meselesi de olamaz.
3- Bize ”Uğraşacak başka kimse kalmadı mı da onunla uğraşıyorsunuz?” diyeceğinize ona da “Uğraşacak başka bir şey kalmadı mı ki İslam akâidiyle ve İslam fıkhıyla uğraşıyorsun?” deyiniz, diyorduk…

Bu zatları telefonu kapatmaya mecbur bırakan esas sözüm ise şu oluyordu:
Yazdıklarımın hepsi İslamoğlu’nun eserlerindeki yanlışları tenkittir. Kendi kitabından, sahife numarası vererek onun kendi yazdıklarını birebir aktarıyorum. Mustafa İslamoğlu ile ilgili yazılarımda herhangi bir iftira varsa söyleyin. Veya hangi tenkidim yersiz veya hangi cümlem yanlış veya iftira ise onu söyleyin.

İşte buna cevap veremeyip telefonu kapatmak mecburiyetinde kalıyorlar.
Onlara buradan tekrar sesleniyorum:

Bendenizi yine taciz edecekseniz, lütfen içinizden biraz ilim sahibi olanlar, İslam akâidini ve İslam fıkhını bilenler telefon etsinler. Etsinler ki verdiğimiz cevaba değsin…

Onlar rahatsız oladursunlar, biz insafla okunması ümidiyle yazacaklarımızı yazmaya devam edelim.

MÜSLÜMAN YAZARIN MES’ÛLİYETİ…

Müslüman, İslam inancına sahip olan kimse, Müslüman yazarlığa soyunan kimse de yazılarıyla insanlara İslâmî cihetten yön veren, yön vermeye çalışan, en azından bu iddiada olan kimse demektir. Onun için Müslüman yazarın işi zor, mes’ûliyeti büyüktür.

Meselelere İslamî açıdan çözümler getirmek iddiasıyla meydana atılan kimsede, en başta İslâmî ilimlere vâkıf olma şartı aranır. Aksi takdirde o kimsenin müslümanca yazılar yazıp eserler vermesi imkansızdır. Çünkü kişi bilmediği şeyi anlatamaz.

Müslüman için aslolan, her şeyden önce düzgün ve sağlam bir itikada sahip olacak kadar ilim/bilgi edinip bu doğru bilginin gereği gibi inanmaktır. Bu husustaki yanlış bilgi ve yanlış inanç, insanı felakete götürdüğü gibi, böyle bir insanın yazdığına ve söylediğine inanıp onun peşinden gidenler de onunla beraber felâkete sürüklenirler.

İslamın inanç ve itikâd maddelerinden biri de Hazreti İsa meselesidir. Bizim inancımıza göre Hazreti İsa çarmıha gerilmemiş, ölmemiş ve öldürülmemiş, göğe kaldırılmıştır. Âhırzamanda, dünyanın son zamanlarında yani kıyâmetten önce yeryüzüne inecek, peygamber sıfatıyla değil, Peygamberimiz’in bir ümmeti olarak yaşayacak ve onun şeriatı üzere ibâdet edecektir.

Hiçbir kimse ebedî bir hayata sahip olmadığı gibi o da ebedî olmayıp sonunda vefat edecektir.

Bu hususta kitaplarımızda okuduğumuz bilgi böyle.
Şimdi birisi çıkar da bunun aksini söyler veya yazarsa, kesinkes İslama zıt bir şey ortaya atmış olur.

Bunu yapan kimse bilmeden yapıyorsa câhil, bile bile yapıyorsa artniyetlidir.
İyi ama bu kimse ya Kur’an’a mânâ vermek iddiasıyla ilim meydanına atılan biriyse ne diyeceğiz?

Onun cevabını siz okuyuculara bırakıp ben söyleyeceğime geçeyim.

HAZRETİ İSA’NIN KABRİ(!)..

Elimdeki kitabın bir bölümünde İncillerden bahsediliyor. Yazar, Matta incilinden bahsederken şöyle diyor:

“Elde mevcut en eski metin, Hz. İsa’nın vefatından en az bir-bir buçuk asır sonrasına aittir.”

(Mustafa İslamoğlu, ÜÇ MUHAMMED, sahife: 49)

Gördünüz mü mânevî felâketi, gördünüz mü vehameti!!!
Yazar, Hıristiyanları ve elde mevcut muharref İncilleri tenkit eder görünürken, İslam inancının bir maddesini tenkil ediyor.

Değerli okuyucu!

Hazreti İsa hakkındaki İslam inancı yukarıda yazdığımız gibidir. Yani İsa Aleyhisselam ölmemiş göğe yükseltilmiştir. Dolayısıyla, yeryüzünde kabri yoktur.

İslam âlimlerinin ortak görüşü budur. Onun için bu meseleyi esasen uzun uzun münakaşaya da lüzum yok. Yazara biz sadece şu soruyu soralım:
Hazreti İsa’nın vefat ettiğini söylüyorsun. Vefat ettiyse, kabri nerede?..
Biz bu soruyu sorsak da sormasak da, sayın yazar Hazreti İsa’nın ölmüş olduğunda ve yerini söyleyemese de bir kabrinin bulunduğunda israrlı. Nitekim Hıristiyanları tenkit sadedinde şöyle diyor:

“Bugün, tüm kalbimle iddia edebilirim ki, eğer Hazreti İsa kabrinden çıkıp gelse ona en büyük düşmanlık gösterecek olan, onun mitolojik imajını pazarlayarak geçinen kiliseler ve ruhban sınıfı olurdu.” (aynı eser, sa: 62)
Ben de bütün kalbimle iddia edebilirim ki, yeryüzünde Hazreti İsa’nın kabri yoktur. Onun için, “Hazreti İsa kabrinden çıkıp gelse…” şeklindeki bir söz ya cehâletten veya Müslümanların Hazreti İsa hakkındaki inancını sarsmak düşüncesinden ileri gelmektedir…

***

Hırıstiyanlar, her doğan çocuğun günahkâr olarak doğduğuna inanırlar. Onun için doğan her çocuğu vaftiz ederler. Çünkü vaftiz suyuyla yıkadıkları çocukların günahtan temizlendiğine inanıyorlar.
Bay İslamoğlu güya bu konuda Hıristiyanlığı tenkit ediyor. Bunu yaparken de devirmedik çam bırakmıyor.
Diyor ki:

“Kur’an’a göre insan doğuştan günahkâr değil, doğuştan sorumluluk sahibidir.” (Aynı eser, sa: 57)

Gördünüz mü büyük âlimimizin ilminin derinliğini(!)? Tomruk devirmek, çam devirmek dediğimiz budur işte.

Buna sadece câhillik demek de eksik kalır. Denilse denilse cehl-i mürekkeb, katmerli câhillik demek lâzım.

Bay İslamoğlu, “insan doğuştan sorumluluk sahibidir” diyerek, henüz ıngaa ıngaa diye ağlayan ve daha konuşmayı bile bilmeyen bebekleri bile sorumluluk sahibi sayıyor.

İslam dini hakkında, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlüllah demekten başka bir şey bilmeyen bir Müslümanlar bile bilir ki, büyüyüp konuşabilecek seviyeye gelmiş olsalar bile, büluğ çağına gelmemiş olan sabiler asla sorumluluk sahibi değillerdir.

En bilgisiz bir Müslüman bile bunu bilir, ama sayın yazar bilmiyor ve “insan doğuştan sorumluluk sahibidir” diyor…

İnsan doğuştan itibaren sorumlu olsa, büluğ çağından önce vefat eden çocukların, hatta bebeklerin bile ibâdet yapmadıkları için günahkâr olmaları icap ederdi. Ama İslam dini onlara böyle bir sorumluluk yüklemiyor.
Bu basit bilgiyi, yakınlarından birisi Allah rızası için sevabına İslamoğlu’na öğretiversin…

TAHLİL…

Gelelim meselenin tahliline…
Hıristiyanları tenkit sadedinde, “Kur’an’a göre insan doğuştan günahkâr değil” diyen Bay İslamoğlu’nun sözünün bu kısmı doğru. Ancak, “İnsan doğuştan sorumluluk sahibidir” derken yanılıyor. Yanılmaktan da öte büyük bir tenakuza düşüyor ve bu sözüyle, tenkit ettiği Hıristiyanların söylediklerine çok yaklaşmış oluyor. Şöyle ki:

Hıristiyanlar doğan her çocuğu günahkâr kabul ederken, İslamoğlu doğan her çocuğu sorumlu sayıyor.

Yeni doğan bebekler nelerden ve hangi şeyden sorumlu olacaklardır ve bu sorumluluklarını nasıl yerine getireceklerdir? Hiçbir sorumluluğu yerine getiremeyeceklerine göre, doğar doğmaz günah işlemeye mi başlayacaklardır?
Haaa! Ne olmuş oluyor? Hıristiyanlar herkesi doğuştan günahkâr sayarken, Bay İslamoğlu insanların doğduktan sonra günah işlemeye başladıklarını kabul etmiş oluyor.

Şimdi hıristiyânî görüş ile bu görüş birbirine iyice yaklaşmış olmuyor mu?
Öyleyse nerede kaldı Bay Yazar’ın Hıristiyanları tenkidi???


YALAN DESEK AĞIR OLACAK; ACABA NE DESEK?..

Bakara sûresi 253. âyet-i kerimenin meâli şöyle:
“İşte biz bu peygamberlerin bazısını bazısından üstün kıldık.”

Âyetin meâlinde de açıkça görüldüğü gibi, peygamberlerin bazılarının bazılarından üstün olduğu beyan buyuruluyor.

İslamoğlu’nun Üç Muhammed isimli eserinde ise, bu âyet-i kerime hakkında şöyle deniliyor:

“Kurtubî bu âyetin ‘Hz. Peygamber diğer peygamberlerden üstündür’ demeye dahi cevaz vermediği görüşündedir.” (Aynı eser, sa: 66)

Hayret! İslamoğlu’nun yazdığına göre, Kurtubî tefsiri, âyetin açıkça beyan buyurmuş olduğu bir meseleye karşı çıkıyormuş. Oysa Kurtubî tefsiri güvenilir tefsirlerden. Orada böyle bir şeyin yazılması ne mümkün!.

Biz Bay İslamoğlu’nun huyunu eskiden beri biliriz. Kendi düşüncesini kabul ettirebilmek için, bir eserde olmayan bir şeyi varmış gibi yazıp o zatın da kendisiyle aynı kanaatta olduğunu düşündürtmek ister. Böylece o zata iftira da etmiş olur. Burada da böyle yapmış olmasın diye düşündük…

Meğer düşüncemizde yanılmamışız. Çünkü Kurtubî tefsiri, İslamoğlu’nun söylediği gibi yazmıyor. Yani onun söylediği gibi, âyete ters bir şey söylemiyor, zaten söylemez de. İslamoğlu’nun yazdığının aksine sadece âyette ifade edilen gerçeği izah ediyor…

Özet: “Hazreti Peygamberin diğer peygamberlerden üstün olduğunu” söylemeye cevaz vermeyen, Kurtubî tefsiri değil, Mustafa İslamoğlu’nun kendisi…

KİMİN HATIRINA ŞÜPHELENMEK GELİR?..

Değerli okuyucu!

Bir eserde, “Falan tefsirde şöyle şöyle yazıyor” diye bir cümle okusanız inanmaz mısınız? “Acaba gerçekten o tefsirde öyle yazıyor mu?” diye gidip o tefsire bakmak aklınıza gelir mi?..

Hangi okuyucu, bir yazarın böyle bir yalana tenezzül edileceğini düşünür?
Ama siz siz olun, Mustafa İslamoğlu hakkında böyle düşünmekten vaz geçmeyin. O eğer, “Falan kitapta şöyle şöyle yazıyor” diyorsa, ismini verdiği o kitaba muhakkak bakıp kontrol edin.

Bu zat ÜÇ MUHAMMED isimli eserinde, Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün olmadığını isbat etmeye çalışıp duruyor. Bu inancına okuyucuyu inandırmak için de Kurtubî tefsirine iftira ediyor…

Oysa Kurtubî tefsiri, İbni Abbas (r.a.) Hazretleri’nin şu sözünü aktarıyor:
“Muhakkak ki Allah (c.c.) Muhammed Aleyhisselam’ı peygamberlere ve gök ehline üstün kılmıştır.”

Bu sözü aktaran bir tefsirin, “Hz. Peygamber’in diğer peygamberlerden üstün olduğunu söylemeye cevaz vermediğini” söylemek hangi insaf ölçüsüne sığar değerli okuyucu?

Öyleyse, Sayın İslamoğlu, Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün olmadığını ispata çalışarak ne yapmak istiyor?..

***

Kurtubî tefsiri, “Allahü Teâla diğer peygamberleri kendi kavimlerine gönderdiği halde Peygamberimiz’i bütün insanlığa peygamber olarak göndermiştir” diyor. Buna delil olarak da şu âyeti kerimeyi zikrediyor:
“Biz seni ancak bütün insanlar için gönderdik.” (Sebe sûresi, âyet: 28)
Kurtubî, “Ashabı kiramın hepsi sahabîdir ama aralarında üstünlük vardır” diyerek, peygamberlerin aralarında da işte böyle üstünlük olduğunu izah ediyor.

Böyle söyleyen bir tefsir hakkında sen kalk, “Bu tefsir Hz. Peygamber’in diğer peygamberlerden üstün olduğunu söylemeye izin vermiyor” de…
Neredesin ey insaf, ey ilim dürüstlüğü!..

Bu üstünlük konusu için Tefsir-i Kebir’e de baktık. Fahreddin Râzî Hazretleri, aynı âyetin tefsirinde Peygamberimiz’in diğer peygamberlerden üstün olduğuna dair yirminin üzerinde delil getiriyor…

Mesele bu kadar açıkken, hâlâ daha aksini iddia etmek, bile bile ve inatçı bir iddia olmaz mı?..

PEYGAMBERİMİZ’İN ÜSTÜNLÜĞÜNDEN BAHSEDEN HERKESE İTİRAZ…

İmam Süyûtî, El-Hasâis-i Kübrâ isimli eserinde, “Peygamberimiz’in, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali’nin öldürüleceklerini” haber veriyor diyor. Peygamberimiz’in üstünlüklerini anlatan bu esere zaten çok bozulan İslamoğlu ise, eserdeki bu habere de itiraz ederek şöyle diyor:
“Eğer Hz. Peygamber önceden haber vermişse, Hz. Ömer, Osman ve Ali’nin katli “kader” idi ve kaçınılmazdı. O zaman kimseyi suçlamaya gerek yoktu.” (Sa: 69)

Bi kere böyle bir söz, ilim adına çok ayıp… İnsana gülerler… Bir kimsenin böyle bir şey yazması için ilimden bî behre olması ve ömründe kaderle ilgili hiç bir şey okumamış olması lâzım…

Adamcağız, kaderle ilgili meselelerin sorumluluk getirmeyeceğini zannediyor. Oysa kaderin dışında hiçbir şey olamaz ki. Her şey kadere bağlıdır. Ama, bu, sorumluluğu ortadan kaldırmaz. Çünkü, kader insanları iyi-kötü hiçbir şeye zorlamıyor. Bay İslamoğlu hiç olmazsa bu kadarcığını bari bilmeliydi…

Bu kadarcığını dahi olsun bilmiyor ama, öte taraftan Müslümanların, “Allah’ı cisimler dünyasına indirdiğini” söylemekten de çekinmiyor. (Sa: 70)
Öte taraftan, Müslümanlar Peygamberimiz’in insanüstü bir varlık olduğuna inanıyorlarmış gibi, daha hâlâ müslümanları suçluyarak, “Oysa ki Kur’an Hz. Peygamber’in beşerliği (insan olduğu) üzerinde israrla duruyor” diyor. (Sa: 71)
Allahınızı severseniz söyler misiniz, Peygamberimiz’in insan olduğunu kabul etmeyen bir Müslüman var mı?

Değerli oıkuyucu! İslamoğlu, bütün yaratılmışların efendisi olan Peygamberimiz’in, bütün ilimleri bilmiş olacağını da kabul edemiyor. (Sa: 71)
Peygamberimiz öğrendiği her şeyi mûcize olarak Allah’tan öğrendiği halde, harfleri insanlardan öğrendiğini, bunun mûcizelik tarafının olmadığını söylüyor. (Sa: 71)

İKİ İSLAM BÜYÜĞÜNÜ TENKİT…

Bir türlü hızını alamayan İslamoğlu, verdikleri değerli bilgilerin âlimlerimizin kitaplarında yer aldığı ve her iki de İslam büyüğü olan Ka’bu’l- Ahbar ve Vehb bin Münebbih’i ağır bir şekilde suçlamaktan çekinmiyor. Ka’bu’l- Ahbar Müslüman olunca, güya Yahudi kültürünü, Vehb bin Mühebbih de güya hıristiyanlık kültürünü İslama taşımışlar. (Sa: 77)

Bu satırları yazan İslamoğlu’nun, bu konuda da samimiyet sahibi olmadığını görüyoruz.

İslamoğlu eğer Yahudilik kültürünün İslama taşınmasını istemiyorsa, Yahudi kültürünü tefsirine taşıyan yahudi asıllı Muhammed Esed’in tefsirine karşı olması lâzımdı. Ama hiç de karşı değil, üstelik onu yere göğe sığdıramıyor. Onun, Kur’an Mesaji isimli sözümona meal tefsirini övüyor da övüyor. Kendisinin Hayat Kitabı Kur’an ismiyle kaleme aldığı eser de Muhammed Esed’in eserinin kötü bir kopyası…

İslamoğlu’nun Hayat Kitabı isimli eserinde o kadar fazla yanlış var ki, hakkında yazılan tenkitler kitabın aslından daha kalın. Tek ciltlik bir kitaba bu kadar yanlışı sığdırabilmek de bir beceriklilik olsa gerek. Onun için, Yanlışlar Ansiklopedisi okumak isteyenlere, İslamoğlu’nun Hayat Kitabı Kur’an isimli eserini tavsiye ederiz..

İslamoğlu, “Yahudileşme temayülü Yahudi olmaktan da kötü” diyordu!
Muhammed Esed’in, âyetleri istediği şekilde sündürerek günümüzdeki Yahudiliğin de geçerli olduğunu usturuplu bir şekilde işlediğini görmedi mi, bilmiyor mu acaba?

Bizim gibi her halde İslamoğlu da görüyor ve biliyor. Ama nedense ona hiç ses çıkarmıyor. Bununla da kalmayıp, Muhammed Esed’e karşı çıkanlara karşı çıkıyor???

Yahudi kültürüne karşı olan bir insan böyle yapar mı hiç?

Peygamberimiz’in vefatından sonra Müslüman olan Ka’bul Ahbar’ı, “Nûr-u Muhammedî teorisinin mûcidi olmakla” suçlayarak şöyle diyor:

“Yahudi avam kültürü çoğunlukla ondan gelen rivâyetlerle İslam kültürüne girdi. Özellikle tefsir ve hadis rivâyetleri bunların başında gelir. İbni Ömer, Ebû Hüreyre, Abdullah ibn Amr gibi ilk kuşağa mensup isimlerin ondan gelen rivâyetleri nakletmiş olmaları, onun rivâyetlerinin yaygınlaşması ve tutunmasında önemli bir rol oynadı.”

İsimlerini saydığı İbni Ömer, Ebû Hüreyre, Abdullah ibn Amr radıyallâhü anhüm gibi zatlar, seçkin sahabilerdendir. Onlar Ka’bul Ahbar’a itibar etkilerine göre İslamoğlu’nun bu hususta dilini tutması lâzımdı. Ama öyle yapmıyor, üstüne üstlük Ka’bul Ahbar’ın söylediklerini yaydılar diye o güzide sahabîleri de suçluyor, onlara da kızıyor ve içten içe onları da kötülüyor.
Öyle ya canım, bir kimse yanlış şeyler söyler, bazıları da bu yanlışları alıp Müslümanlara yayarsa, onlar da suçlu olmazlar mı?

Bu durumda o sahabiler de suçlu(!).Onlar da suçluysa ya doğru olan kim?
Tek doğru olan ise İslamoğlu…

HEP SUÇLAMA, HEP SUÇLAMA…

Kahramanımız, sadece yukarıda ismini verdiğim iki zatı (Ka’bu’l- Ahbar ve Vehb bin Münebbih’i) değil, asr-ı saâdette bâtıl dinlerini bırakıp Müslüman olan diğer zatları da şöyle suçluyor:

“ Müslüman olan kitap ehli, son vahyi ve onun taşıyıcısı olan Hz. Peygamberi de kendi kitap ve peygamber tasavvurlarıyla okuyorlardı.”

Dikkat ederseniz hiç bir istisna yapmadan toptan, hepsini suçluyor.
İslamoğlu’na göre, Müslüman olan bu zatlara İslamın hiç tesiri olmamış ve kabul ettikleri yeni dini, eski dinlerinin görüşleriyle değerlendiriyorlarmış.
Bu suçlamayı yaparken hiçbir İslâmî eseri referans olarak gösteremiyor.
Peki delili ne? Hiç mi delili yok?

Var… Sadece kendi düşünce ve kanaatı.

Ama durun durun! Bir delili bir referansı var galiba…

Hani yukarıda, İslamoğlu’nun Ka’bul Ahbar’ı “Nûr-u Muhammedî teorisinin mûcidi olmakla” suçladığını söylemiştik ya. İslamoğlu, bu konuda İbn-i Teymiyye’nin bir sözünü delil getirerek şöyle diyor:
“İbni Teymiyye, bu tür uçuk iddiaları, ‘Derecesi ve kıymeti ne olursa olsun hiçbir beşer (insan) nurdan yaratılmamıştır’ sözleriyle reddediyor.”

Aman Allahım!

İslamoğlu’na göre “Nûr-u Muhammedî” uçuk bir iddia oluyor. Ve bu iddiayı çürütmek için müracaat ettiği şahıs ise Vehhâbîliğin fikir babası olan İbni Teymiyye…

Ama dikkat!

İbni Teymiyye, “Derecesi ve kıymeti ne olursa olsun hiçbir beşer (insan) nurdan yaratılmamıştır” derken kimi kastediyor acaba?
Tabii ki Sevgili Peygamberimiz’i…


Ali Eren / Haberkita.com
04.05.2013 / http://haberkita.com/haberdetay.asp?Newsid=48520

Resulüllah'ı aşırı alçatma pervasızlığı



Resulüllah'ı aşırı alçatma pervasızlığı
Eğer kitabımızı baştan beri okuduysanız, yukarıdan beri kendisinden bahsettiğimiz Bay İslamoğlu’nu tanıyorsunuz demektir.


Bu zat, İslamı müdafaa eder gözükerek İslama aykırı öyle şeyler söylüyor ki tarif edilesi değil. Üstelik bunu yaparken kılı bile kıpırdamıyor. Yani bu kadar da fütursuz…

Öyle ki, kendisi fikren İslamın aziz peygamberinin üstünlüğünü kabul etmeyenlerle aynı hizada durduğu halde, Müslümanları yanlışlardan kurtarmaya çalışır gözükerek, din kardeşlerimizi kâfirlerle aynı kefeye koyuyor. Evet, İslam, Müslüman ve Peygamber kelimelerinin taşıdığı ortak, geniş ve kurtarıcı mânâyı bir kefeye koyup, bu değerlere sahip olan herkesi toptan suçlayarak mânevî idama götürüyor.

Gördüğünüz gibi, ortada bendeniz tarafından o zata karşı ağır, İslâmî bir suçlama var. Bu ağır suç havada kalacak değil. Bu durumda, bu suçun iki muhatabı var. Biri, Bay İslamoğlu’nun Salih Doğan ismindeki üniversite talebesine “O zaten Arapça falan bilmez. Ona bazı şeyler öğretmişler, o da işte onu yazıyor” dediği Ali Eren, diğeri de tabii ki Bay Mustafa İslamoğlu’nun kendisi.

Ama suç samur kürk de olsa kimse üzerine almazmış. Bakalım bu suç varıp kimin üzerine konacak?

Ben İslamoğlu’na iftira ediyorsam, ona attığım bu ağır suçlama gelip benim başımın üzerine konar, yok iftira etmiyor da doğru söylüyorsam, o takdirde de bu suçlar gidip tabii ki doooğru İslamoğlu’nun başının üzerine yerleşecektir…
Yukarıda da söylediğim gibi suçlama şu: Müslümanları kâfirlerle bir ve ortak göstermek…

Evet, muhatabımız aynen öyle yapıyor. Ona göre, “Ümmet-i Muhammed eski inkârcı kavimler gibi melek bir peygamber istiyor.” Ama Hazreti Resûlüllah hayatta olmadığı için bu isteğini dile getiremiyor. Onun için, bu ümmet bu isteğini “Peygamberi melekleştirerek” kapatmaya çalışıyor.
Bu cümleleri okuyunca, zihninizde şu sorunun meydana geleceğini biliyorum:
“Bu söyledikleriniz sizin yorumunuz. İslamoğlu acaba ne demiş? Onu bilsek…”
Öyleyse buyurun…

İŞTE BU ÜMMET HAKKINDAKİ KANAAT VE SUÇLAMASI…

İşte İslamoğlu’nun Müslümanları kâfirlerle ayın seviyede gösterdiği sözlerin kelime kelime aynısı:

“Bugün, ümmet-i Muhammed, kendinden önceki Nuh, Ad, Semud ve Firavun toplumları gibi bir melek peygamber isteme imkânından mahrumdur. Fakat bu mahrumiyetin açığını, kendilerine örnek insan olarak gönderilen bir peygamberi melekleştirerek kapatmaya çalışmakla, aslında Kur’an’da geçen vahye sırt dönmüş toplumların suçuna ortak olmaktadır.” (Üç Muhammed, s: 27)

Evet! Söyledikleri işte bu…

Neymiş, neymiş?..

Ümmeti Muhammed, “gâvurlukta çok ileri gittikleri için toptan helak olan eski kavimler gibi, bir melek peygamber isteme imkanından mahrum olduğu için,” bu eksiğini başka türlü yerine getiriyormuş. Onun için, “Kendilerine örnek insan olarak gönderilen bir peygamberi melekleştirerek bu açığını kapatmaya” çalışıyormuş.
Peki böyle yapınca ne oluyormuş?
Kur’an’da geçen vahye sırt dönmüş toplumların suçuna ortak oluyormuş.
Ortak olunca ne olur? Ne olacak, onlar gibi kâfir ve inançsız bir toplum onlar.
Hatırlayalım. Ümmet-i Muhammedin, suçlarına ortak olduğunu söylediği toplumlar nasıl toplumlardı?

Hepsi azgın, inançsız, kâfir toplumlar...

Gördüğünüz gibi, Bay İslamoğlu hiçbir istisna yapmadan, yani “Bazı Müslümanlar” bile demeden, “ümmet-i Muhammed” diyerek yani bu ümmetin hpesini birden, Allah’ın gadabına uğrayan kafirlerin suçuna yani kâfirliğe, ortak olmuş gösteriyor.

Sakın aklınıza, “Yoksa geç

mişte ümmet-i Muhammed’den bu inançta olan kimseler vardı da İslamoğlu acaba onları mı kastediyor?” diye bir düşünce gelmesin. Çünkü adamcağız, yukarıda okuduğunuz gibi sözüne “Bugün…” diye başlayarak, günümüzdeki Müslümanları, yani seni, beni kastediyor, hepimizin böyle olduğunu söylüyor.
Peki, Müslümanlar içinde, “Ben insan olan bir peygambere iman etmem. Benim inanacağım peygamber melek olmalı” diyen tek kimse var mı? Bugün yoksa geçmişte olmuş mu?

Hayır!.. Bugün de yok, geçmişte de olmamış… Yok ve olmamış ama, unutmayalım ki iftiranın tavanı da yok. Olmayan şey, iftira etmek isteyen kimsenin zihninde, aniden var oluveriyor. İşte İslamoğlu’nun, ümmet-i Muhammed’e iftira etmesi, fütursuzca toptan karalaması aynen böyle…
İkinci bir tesbiti daha var ki o da ayrı bir felâket:

Doğrudan doğruya peygamberlik makamına hücum…

İKİ ZATI TANIYALIM…

Bu ikinci meseleye girmeden önce, iki zat hakkında kısa bir hatırlatma yapmam icap ediyor: Bu iki zat, Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi ile Musa Cârullah Bigiyef’tir…

Birincisi Osmanlının son şeyhulislamlarından…

Büyük ve değerli bir ehli sünnet âlimi ve siyâsî bir şahsiyet. 1869’da Tokat’ta doğdu, 1954’te Mısır’da vefat etti.

İkincisi kişi Musa Cârullah. O da Rusya doğumlu. 1875-1949 yılları arasında yani Mustafa Sabri Efendi ile aynı zamanda yaşadı. O da âlim. Ama reformist. İslamda reform isteyenlerden, aynı zamanda deformist…

Cârullah, uzun seyahatlerinde çok kimselerle tanışıp dost oldu. Bu dostlarından en meşhurunun mason Muhammed Abdüh olduğunu söylersek, Cârullah’ın ne derece bozuk bir itikada sahip olduğunu özetlemiş oluruz. Böyle bir kimse olan Cârullah, büyük bir ehl-i sünnet âlimi olan Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi’ye tabii ki ters düşecektir, nitekim düşmüştür de. Zaten Cârullah’ın bozuk fikirli olduğuna en kuvvetli delillerden biri de Mustafa Sabri Efendi gibi bir ehli sünnet âlimine ters düşmüş olmasıdır.

Evet, Musa Cârullah Mustaf Sabri Efendi gibi bir ehl-i sünnet âlime, bir Osmanlı Şeyhulislamı’na ters düşmüştür, ama komünizm gibi bir dinsizlik cereyanını –sadece Rusya’ya değil- bütün dünyanın başına bela eden Lenin’e ters düşmemiştir.

Ters düşmemek şöyle dursun, Rusya Baş Müftüsü Talat Tacettin’in söylediğine göre, Lenin’e destek olmuştur.

Bu bilgiyi veren Talat Tacettin de, onun bu bilgiyi aktardığı zat da hayattadır. İsteyenler te’yit edebilirler.
Esasa gelelim…

Müslümanlar olarak bizim inanç ve imanımız yani İslam inancı şöyledir:
Hazreti Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz, asla ümmetin bir ferdi gibi değildir. Ümmet şöyle dursun, o Hazret’in makamı bütün peygamberlerden de üstündür. Çünkü onun makamı, en yüksek makam olan Makam-ı Mahmud’dur…

Bu makamı ona veren de, İslamoğlu’nun “Aşırı yüceltmeci Peygamber anlayışına” sahip olmakla suçladığı Müslümanlar değil, bizzat Hazreti Allah celle celâlühûdür.

Bu ümmeti, “İndirgemeci bir peygamber anlayışına” sahip olmakla suçlayan Bay İslamoğlu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resûlü hakkında, “Ümmetin bir ferdi gibidir” diyen Musa Cârullah’ın bu fecî tesbitini acaba nasıl övüyor?
“Hazreti Resûlüllah’ı sıradan bir insan seviyesine” indirmenin vebalini hiç düşünmüyor mu acaba?
Nasıl oluyor da, Musa Cârullah’ın, “Ümmmetin her ferdi de Peygamber gibidir” sözünden övgüyle bahsedebiliyor?
Enteresandır, uyanık yazar(!) birkaç sahife sonra bu söylediklerini unutup şöyle deyiveriyor:
“Kur’an, peygamberleri insanlığın en iyileri olarak takdim eder.” (sahife: 40)
E şimdi, böyle söyleyen kimseye siz şöyle demez misiniz:

Kur’an, peygamberleri insanlığın en iyileri olarak takdim ettiğine göre, Cârullah’ın peygamber inancı nasıl bir inanç ki, peygamberlik makamını sıfıra indirerek “Ümmetin her ferdi de peygamber gibidir” diyebiliyor?

İslamoğlu olarak siz, onun bu fecî tesbitini nasıl övebiliyorsunuz?

Bu durumda, “İndirgemeci bir peygamber anlayışına” sahip olanları suçlayan birisi olarak hem kendinizle hem de “Kur’an, peygamberleri insanlığın en iyileri olarak takdim eder” dediğiniz Kur’an-ı Kerim’le niçin ve nasıl ters düşüyorsunuz?

AŞIRI ALÇALTMA İŞTE BUDUR…

Değerli okuyucu!
Musa Cârullah’ın yaptığı gibi, Hazreti Peygamber’in diğer insanlar gibi olduğunu söylemek, açıktan açığa peygamberlik makamını küçültmek, yok saymak yani inkar etmektir. Başka bir ifadeyle, “Aşırı alçaltma” gayretinin ürünüdür.
Öyleyse şimdi yazımızın başlığını yerine koymanın tam yeri ve zamanıdır. Koyalım:
“Hazreti Resûlüllah’ın, ümmetin bir ferdi gibi olduğunu” söylemek, Hazreti Resûlüllah’ı aşırı alçaltma pervasızlığı’dır.

İslamoğlu’nun, “Sarsıcı bir yorum” diyerek övdüğü Musa Cârullah, “Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor” dedikten sonra durmuyor ve bu ümmeti kandırma gayretlerine devam ederek şöyle diyor:
“Öyleyse ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir.” (Sa: 28)

Bu ne demek oluyor şimdi? Bu cümle, ümmetin her birini peygamber seviyesine çıkarmak değil mi?

Bu kişiler, bir de Müslümanları aşırı yüceltmeci peygamber inancı taşıyorlar diye suçluyorlardı!!!

Kendileri önce Hazreti Resûlüllah’ı sıradan bir insan seviyesine indiriyorlar, sıradan insanları da peygamber seviyesine çıkarıyorlar yani sıradan insanları aşırı yüceltiyorlar. Böylece, peygamberlik makamı buhar olup gidiyor.
Onların bu sözlerini ehl-i sünnet itikadına göre mihenge vuracak olursak ortaya çıkan sonuç şu olur:

İmânî felâket!!!...

Kendilerinin bu feci hallerine bakmadan bir de kalkmışlar ümmet-i Muhammed’i suçluyorlar. Halbuki, aşırı yüceltmeci diye suçladıkları müslümanlardan hiç kimse, Peygamberimiz’i yüceltip de –hâşâ- ilah seviyesine çıkartmıyor. Ama bu beyler, sıradan insanları aşırının aşırısı yüceltip, gördüğünüz gibi, peygamber seviyesine pekâlâ çıkarabiliyorlar…
İşin gerçeğini açıkça söyleyelim:

İslam inancına göre; bir peygamberi peygamberlik seviyesinden aşağıda görmek, (diğer insanlar gibi kabul etmek) onun peygamberliğini kabul etmemek olduğu gibi, peygamber olmayan birisini peygamber seviyesinde görmek de “peygamber olmayanı peygamber kabul etmek” demek olur ki, her iki inanç da küfürdür…

Herhangi bir peygamberin peygamberliğini kabul etmeyenler kâfir olduğu için, Peygamberimiz’e inanmayanlar da kâfirdir.

Nitekim peygamber olmayan birini o makamda görenler, meselâ yalancı peygamber Müseylimetül Kezzâb’ın peygamber olduğuna inananlar kâfir olmuşlardır.

PEYGAMBERİMİZ’İ NE KADAR ÖRNEK ALACAĞIZ?..

Bay İslamoğlu, kendisini Peygamberimiz’i Müslümanların gözünde küçük göstermeye adamış mı nedir, bakın ne yapıyor? Ahzab sûresinin 21. âyeti kerimesini ele alıyor.
Âyetin meâli şöyle: “Allah’ın Resûlünde sizin için pek güzel bir örnek vardır.”
İslamoğlu, burada da zihinleri bulandıracak bir açık kapı aramış ve –kendisine göre- bulmuş da.
İnsanın, her şeyi olduğu gibi kabul etmemesi gerektiğini, seçici olmak icap ettiğini yazdıktan sonra, Peygamberimiz’le ilgili bu âyeti misal vererek Kur’an’ın bile seçici davrandığını söylüyor.
Diyor ki:
“Kur’an, ‘Allah’ın elçisi sizin için örnektir’ demiyor; ‘Allah’ın elçisinde güzel örneklik var’ diyor.”

Yani, “Hazreti Resûlüllah’ın bütün hayatı baştan sona örnek değil. Onda sadece güzel bir örnek var. Seçici olun. Onun her halinin örnek olmadığını bilin” demek istiyor.

Demek istiyor da, biraz aşağıda yine unutkanlığı tutup, “Peygamberimiz’in ahlâkının Kur’an olduğunu” söylemek mecburiyetinde kalıyor.

Farkında olmadan bile olsa madem böyle söylüyor ya, biz de Bay İslamoğlu’na bir defa daha dönelim ve soracağımızı soralım:

Hazreti Resûlüllah’ın ahlâkının Kur’an olduğunu kendiniz söylüyorsunuz. Hayatı baştan sona Kur’an ahlâkı olan Peygamberimiz’in hayatını örnek almakta, Müslümanlar niçin seçici olsunlar? Onun, hayatında yaptıklarının hiç bir tarafını gözardı etmeden niçin olduğu gibi örnek almasınlar?

PEYGAMBERLERLE KÂFiRLER AYNI CUMLEDE…

İslamoğlu’nun, hele bir de bazı peygamberlerle kâfirleri bir kefeye koyması, yani Hazreti Âdem, Hazreti Musa ve Hazreti Yunus Aleyhimüsselamı, Hazreti Nuh’un iman etmeyen oğluyla, Hazreti İbrahim’in putçu babasıyla ve Hazreti Lut’un imansız karısıyla aynı hükümde birleştirmesi yok mu, okuyunca insanın imanı titriyor… (Sa: 40)
***
Anlı-şanlı Kur’an tefsircisi bu büyük müfessir(!) âyetlerin ne söylediğinden habersiz mi yoksa bile bile lâtes mi?…

Misal olarak Âl-i İmran sûresinin 113. âyetine verdiği meâli görelim. Bu âyetin meâli şöyle:

“Kitap ehlinin hepsi bir değildir. Onların içinden Allah’ın emirlerini tutanlar vardır…. ” (Sa: 40)

İlim ehli olmayanlar bu meâli okuyunca, “Demek ki Hıristiyan ve Yahudilerden de iyi olanlar varmış” diye yanlış bir kanaata varabilirler. Onun için, bu âyetle kimlerin kastedildiği mutlaka ama mutlaka açıklanmalıydı. Çünkü bu âyet, Peygamberimiz zamanında Abdullah b. Selam radıyallâhü anh gibi ehl-i kitaptan olup da Müslüman olanlarla, Müslüman olmayan diğer ehl-i kitabın bir olmadığı bildiriliyor.
Müslüman olanla olmayan elbette bir değildir. Peygamberimiz’e inanmayan kitap ehlinin hepsi tamamı ise imansızlıkta birdir.
Bu âyet, ehl-i kitabtan olup da sonra Müslüman olanlardan bahsettiği halde, Mustafa İslamoğlu, bu âyeti aynen ilimden bî behre olanların anladığı gibi açıklamış ve bu yanlış üzerine satırlar döktürmüş. Ve şöyle yazmış:
“Kur’an… kitap ehlini top yekün değerlendirmeyerek der ki: “Kitap ehlinin hepsi bir değildir.” (3.113)”
Aradakı farkı bilmeyecek kadar cahil olduğuna ihtimal vermiyoruz ama, eğer bunu bilmeden yazdıysa cehâlet, bile bile yazdıysa o zaman da yüzde yüz felâkettir…

YAHUDİLEŞME TEMAYÜLÜ, HIRİSTİYANLAŞMA TEMAYÜLÜ…

Bay yazarın kendi uydurduğu iki tabir var:
Yahudileşme temayülü, Hıristiyanlaşma temayülü…
Yahudileşme temayülünü, Yahudileşme Temayülü isimli kitabında uzun uzun anlatıyor ve Müslümanları Yahudileşme temayülünde olmakla suçluyor. Ondan sonra da bastırıyor hükmü:
“Yahudileşme temayülü, Yahudi olmaktan daha tehlikelidir.”
Beterin beteri vardır derler ya… İslamoğlu da arka arkaya tehlikeliden tehlikelisini sıralıyor ve Hıristiyanlaşma temayülünün Yahudileşme temayülünden de vahim (tehlikeli) olduğunu söylüyor.
Onun mantığıyla sıralarsak şöyle:
İlk tehlike Yahudilik.
Ondan daha tehlikelisi, Yahudileşme temayülü.
Yahudileşme temayülünden daha tehlikelisi ise Hıristiyanlaşma temayülü.
Yalnız dikkatinizi çekerim. En büyük tehlike, Yahudi veya Hıristiyan olmak değil, Yahudileşme ve Hıristiyanlaşma temayülü içinde olmakmış.
Peki bu temayülde olanlar kimler? Hıristiyan ve Yahudiler mi?
Hayır efendim, hayır! Onların temayülü falan yok, onlar zaten doğrudan doğruya Hıristiyan veya Yahudi…

Peki öyleyse Hıristiyanlaşma veya Yahudileşme temayülünde olanlar kimler?
Şimdiye kadar anlamadınızsa çok safsınız demektir. Madem anlamadınız, söyleyeyim:

Tabii ki Müslümanlar…

Yahudilikten de, Hıristiyanlıktan da, Yahudileşme temayülünden de daha tehlikeli olan bu Hıristiyanlık tehlikesi nasıl bir şey? Bunu öğrenip bu tehlikeye düşmemek istersiniz değil mi?
Kim istemez? Tabii ki her Müslüman böyle bir tehlikeyi öğrenip ondan kaçmak ister.
Mustafa İslamoğlu, çok tehlikeli olan Hıristiyanlaşma temayülünün nasıl meydana geldiğini, nasıl tezahür ettiğini şöyle ifade ediyor:
“Peygamberi sevme ve yüceltme şeklinde tezahür etmektedir.” (Üç Muhammed, sahife: 43)

Öyleyse ey Müslümanlar!

Hıristiyanlaşma temayülüne yani kâfirlerden daha kötü duruma düşmemek için sakın ha peygamberinizi sevmeyin, onu yüceltmeyin!..

Bay İslamoğlu, bunu nasıl yapacağınızı da Musa Cârullah üzerinden size öğretiyor. “Peygamber ümmetin bir ferdi gibidir. Ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir” demeliymişsiniz. Böyle söylerseniz çok büyük mertebeye erermişsiniz. Çünkü İslamoğlu, Musa Cârullah’tan naklen şöyle diyor:
“Bu varılabilecek en yüksek kemal mertebesidir.”

Demek ki, en büyük mertebeye kavuşmak için, -bu kafaya göre- peygamber sevgisinden uzak olmak şart…

Değerli okuyucu! Lütfen bu kitabı okumaya devam edin…



Ali Eren / Haberkita.com
30.04.2013 / http://haberkita.com/haberdetay.asp?Newsid=47371

Peygamberimiz'in (s.a.v.) izine sahip çıkmak


Peygamberimiz'in (s.a.v.) izine sahip çıkmak
Bundan önceki sahifelerde, yazar Mustafa İslamoğlu’nun müslümanları yanlış peygamber inancına sahip olmakla suçladığından bahsetmiştik.

İslamoğlu, Müslümanların Peygamberimiz hakkındaki inancının şöyle olduğunu ileri sürüyor:
“Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan…. ve hayata müdahil olmayan bir peygamber.” (ÜÇ MUHAMMED, s. 9)
Müslümanların peygamber inancı tabii ki böyle değil. Yaşayışıyla bize en güzel örnek olan Peygamberimiz, onun söylediğinin aksine sünnetiyle bütün hayatımıza müdahildir. Tersini iddia etmek Müslümanlara açık bir iftira olur. Çünkü 14 asır boyunca müslümanlar içinde onun anlattığı gibi bir peygamber inancına sahip olan bir grup hiç olmadığı gibi şimdi de yok. Her ne kadar yoksa da, Sayın yazar Müslümanları böyle bir inançla suçlayıp, o suç üzerinden bir şeyler söyleyebilmek için ille de var diyor.

Belki böyle bir inanç sahibi hiç yok da değil. Var olmaya var da o kimse yoksa yazarın kendisi mi?

Kendisi böyle bir inanca sahip de, aksine “iz bırakmayan” bir peygamber inancına sahip insanlar olarak Müslümanları mı suçluyor?

Madem o bunda israr ediyor, öyleyse biz de meseleyi şu istekle ele alalım:
Bu zat eğer kendisi mûcize diye bir şey kabul ediyorsa çıksın söylesin. Hatta Peygamberimiz’in bütün mûcizelerini inkâr edip etmediğini değil, söyleyebilirse mûcizelerden bir tanesini kabul ediyorsa onu söylesin.
Neyse ki gerçeği biz söyleyelim: Sayın yazara göre Peygamberimiz’in hiçbir mûcizesi olmadığı gibi, Peygamberimiz’in her biri bir mûcize olan taş üzerinde ayak izleri falan da yok…

Oysa gerçekler hiç de onun iddia ettiği gibi değil. Çünkü biz, Müslümanlar olarak sevgili Peygamberimiz’in “iz bırakmayan” değil, mânen iz/bir şeriat bıraktığı gibi maddeten de “Taşların üzerine ayağının izi çıkan bir peygamber” olduğuna inanıyoruz. İnanmayan ve Peygamberimiz’e ait böyle ayak izleri olmadığını söyleyen bay yazarın kendisi değilse buyursun söylesin. Hem kendisi Peygamberimiz’in ayak izinin varlğına bile inanmıyor hem de Müslümanları “Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan…. ve hayata müdahil olmayan bir peygamber” inancına sahip olmakla suçluyorsa çelişki içindedir. Müslümanları suçlamak için, kendi yanlış inancını onlara yüklemektedir. Bu kadarına da pes artık…

iz bırakmayan derken yazarın maddî izi kastetmediğini biliyoruz. Ama Resûlüllah Efendimiz’in, o mânâda bir iz/şeriat/yaşayış şekli bıraktığına inanmayan kimse zaten nasıl Müslüman olacak ki? Fakat madem izden bahsediliyor, bu vesileyle okuyucularımıza Resûlüllah’ın maddî izi hakkında da bilgi arzedelim.

PEYGAMBERİMİZ’İN AYAK İZİ BULUNAN TAŞLAR…

Değerli okuyucu!

Sadece Türkiye’de Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz’in, taşlar üzerindeki birçok ayak izleri mevcut. Hem o kadar çok ki inkârı mümkün olmayacak kadar:

1- Peygamberimiz’in, Sultan Birinci Abdülhamid Han türbesindeki ayak izi. Bu türbe, İstanbul/Eminönü’nde Yeni Câmii’nin yakınındaki Dördüncü Vakıf Han’ın karşısında. Türbe ziyarete açık. Burada, üzerinde Peygamberimiz’in ayak izi bulunan üç parça taş bulunmakta.
Bu ayak izi, Peygamber Efendimiz’in, Mîrac gecesinde Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’da bütün peygamberlerin ruhlarına namaz kıldırdıktan sonra, semâya yükselirken üzerine bastıkları taş üzerindeki izdir. Dördüncü Sultan Mustafa tarafından buraya konulmuştur.

Peygamberimiz’in ayak izinin bulunduğu bu taşın bulunduğu yerde şu kitâbe mevcut:

Oldu resm-i kadem-i Hazret-i Fahr-i Âlem
Tâc-ı vehhâc-ı ser-i cümle-i ehl-i îman
O kademdir ki, idüb tayy-i semâvât-i ‘ulâ
Menzil-i Sidreye bastı şeb-i İsrâ’da ayân
Sür yüzün acz ve niyaz ile, idüb istişfâ
Olayım dersen eğer mazhar-ı aff u ğufrân.

Bugünkü lisana göre sadeleştirilmesi şöyle:

Hazret-i Fahr-i âlemin ayağının resmi
Bütün îman ehlinin başının parlak tacı oldu.
O ayağın, zaman ve mekânı aşarak göklere yükselip
Mirac gecesinde Sidre’ye bastığı apaçık ortadadır.
Eğer af ve mağfirete kavuşmak istersen
Şefaat istiyerek, acziyetle, yalvararak, yüzünü o ayağın izine sür.

2- Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin mübârek ayağının izi bulunan taşlardan biri de Eyüb Sultan Hazretleri’nin türbesindedir. Onu da Birinci Sultan Mahmud 1732’de Topkapı Sarayı’ndaki mukaddes emânetler arasından çıkararak buraya getirtmiş ve halkın ziyaretine sunmuştur.

3- Peygamberimiz’in ayak izlerinden biri Lâleli Câmii bahçesinde Üçüncü Sultan Mustafa türbesindedir.

4- Diğer biri de Topkapı Sarayı’ndadır.

14. Osmanlı Sultanı olan ve Sultanahmed Câmii’ni yaptıran Birinci Sultan Ahmed de diğer bütün Osmanlı sultanları gibi Peygamber Efendimiz’e son derece bağlıydı. Peygamberimiz’in ayak izini elde işleterek tacının içine koymuş ve onu tacıyla beraber devamlı olarak başında taşımıştır.
Şu beyitler ona aittir:

“N’ola tacım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i resmini ol Hazret-i şâh-ı rusülün.
Gül-i gülzar-ı nübüvvet o kadem sahibidir
Ahmedâ! Durma yüzün sür kademine o gülün.”
Şimdiki lisana göre sadeleştirilmesi şöyle:
Keşke tacım gibi devamlı başımda taşısam
Peygamberlerin şâhının ayağının resmini.
O ayağın sahibi peygamberlik bahçesinin gülüdür.
Ey Ahmed! O gülün ayağına durma yüzünü sür.

Üzerinde Peygamberimiz’in (s.a.v.) ayağının izi bulunan taş hakkında Sultan Üçüncü Selim Han da şöyle terennüm etmiş:
“Sakın taş sanma yâhu
Gevher-i âlem bahâdır bu.
Gel ey bîçâre yüz sür
Nakş-ı pây-ı Mustafa’dır bu.
Sezâ arş-ı muallâ
Zînet- ârâ-yı makâm olsa
Zehî cây-ı muazzam
Mevki-i hâcet revâdır bu.”

Sadeleştirilmesi şöyle:
Sakın bunu basit bir taş sanma
Dünyalar kadar kıymetli bir cevherdir bu.
Ey çâresiz kimse! Gel sür yüzünü
Bu Muhammed Mustafa’nın ayağının resmidir.
Arşın süsü olmaya lâyıktır bu.
Bu ayak izinin bulunduğu yer
Öyle güzel, öyle muazzam bir mekân ki
İhtiyaçların görüleceği yer işte tam burasıdır.

Dünyaya hükmeden ve âleme nizâmât veren Osmanlı sultanlarının, Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin ayak izlerine verdikleri değer ve gösterdikleri hürmet böyle. Asırlarca devam eden o güçlü saltanat, Hazreti Resûlüllah’a işte bu derece bağlılığın meyvesiydi. Sadece Osmanlı sultanları değil, o zamanki Müslümanlar da Resûlüllah’a ve onun maddî-mânevî izine aynı hürmeti duyuyor aynı değeri veriyorlardı. Maamâfih, bugünkü Müslümanlar da öyle. Onlar da sevgili Peygamberimiz’e ait olan her ize ve her hatıraya hürmette kusur etmemektedirler.

BUYURSUN HEM ZİYARET ETSİN HEM ETTİRSİN…

Gelelim işi-gücü Müslümanları suçlamak olan İslamoğlu’na…
Eğer tenkit ettiği kimseler gibi değilse, yani “İz bırakmayan” bir peygamber inancına sahip değil de Peygamberimiz Aleyhisselam’dan kalan maddî ize bile itibar ediyor ve değer veriyorsa, bunu dile getirsin, Peygamberimiz’in ayak izlerini kendisi de ziyaret etsin, sözünü dinleyenlere de ziyaret ettirsin de bir görelim.
Ziyaret için Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve selleme ait ayak izi arıyorsa, yukarıda da yazdığımız gibi İstanbul’da bile birkaç tane var. Nerelerde olduğunu da yukarıda yazdık. Buyursun, hem kendisi ziyaret etsin hem de sözüne itimat edenleri ziyaret etmeye teşvik etsin…

“Niçin böyle söylüyorsun? Bu zat böyle ziyaretlerden kaçıyor mu?” diye soruyorsanız cevap vereyim:

Kanaatımız odur ki evet, aynen öyle… Hatta ziyaretler şöyle dursun Peygamberimiz’in hiçbir mûcizesi olmadığı iddiasında…

Öyle ki, sanki kendisini adeta tasavvuf, tarikat ve mâneviyatla ilgili her şeyi ret ve inkâr etmeye adamış. Yazdığının yanlış veya doğru olduğuna bile bakmadan, inkâr furyasına devam etmekte…

Halbuki, kendi babasının da mensubu olduğu tasavvuf ve tarikat, İslamın daha ince ve daha hassas yaşayış ve tatbiki yani bir mânâda İslamın özüdür. Bu öz, ecdadımız tarafından öyle benimsenmiş ve Müslümanların zihinlerinde öyle bir yer tutmuş ki, eskiden beri bu yüce meziyeti inkâr edenler hakkında “Pirsiz-nursuz” tabiri kullanılır olmuş.
Tasavvuf ve tarikat, İslam ulemâsı arasında tarihte o derece yaygın ki, bir mürşide bağlı olmayan âlimler parmakla sayılacak kadar az. Sıradan müslümanlar arasında bir dergâha bağlı olmak da öyle. Hatta bir yere mensûbiyeti/bağlılığı olmayanlar hakkında, daha yakın zamana kadar “İpsiz-sapsız takımı” tabiri kullanılırdı.

VAAH! BİLMEZ YAZIK…

Bir de rabıta gerçeği var. Bilhassa zikr-i hafî/gizli-sessiz zikir erbabının yaptığı “Rabıta.”
Rabıta “İki şeyi birbirine bağlayan ip; alâka, bağ, münasebet” demek. Tarikatta râbıta; müridin kâmil bir mürşide kalbini bağlaması, onun sûret ve sîretini düşünüp ondan feyiz ahzetmesi demektir. Böyle bir gerçek var olduğu halde, inkârın tavanı olmadığı için, kuru kelime ilmine sahip olan ve kendilerine ulemâ-i sû denilen bazı kimseler, rabıtayı meşrû görmeyip inkar cihetine gidiyorlar. İşte bunlardan birisi de kahramanımız İslamoğlu…
Ne hazindir ki bilmiyorlar. Bilmedikleri için tatmıyor, tatmadıkları için de hazzından mahrum kalıyorlar. Eskiler böyleleri hakkında, Türkçe ile Arapçayı karıştırarak espri olarak şöyle derlermiş:

Men lem yezuk, vaaah bilmez yazık. Yani “Yazık, tatmamış ki bilsin” demek.
Halbuki uygun olan, kişinin bilmediği şeyi inkâr etmeyip o hususta susmasıdır. Ama tabii ki böyle olmak için kişinin haddini bilmesi ve iyi niyet sahibi olması şart. O kimse iyi niyetten mahrumsa, çare yok inkâr edecek. Hatta daha da ileri gidip ya dalga geçecek veya düşman kesilecek…
İslamoğlu, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabının ilk sahifelerini (sa: 17-19) rabıtayı inkâra ayırmış.

Ama kişi inkâra yeltendiği mesele hakkında birazcık bilgi sahibi olmalı değil mi? İşte onda bu yok. Yani inkâr var ama inkâr ettiği şey hakkında bilgisi yok...
Bilgisi yok ama övünme, bol keseden atma, onca cehline rağmen büyük âlim gözükme tafrası ise mebzul. Bu tavrını izah sadedinde ben kendisinden ibretlik iki misal arz edeyim, değerlendirmesini de sizler yapaarsınız…

FÎ TARİHİNE GİDELİM…

Sene 2000… Kendisiyle, “Kur’an-ı Kerim’e abdestsiz dokunulur, dokunulmaz” meselesinde aynı gazetede yani Akit’te yazan iki yazar olarak köşelerimizde tartışıyoruz. Ben, fıkıh kitaplarında yazılanları aktararak “Kur’an’a abdestsiz dokunulması câiz değildir” diyorum, o aksini savunuyor. Bütün fıkıh kitapları “Kur’ana abdestsiz dokunulamaz” dediği halde o şöyle diyordu:

“Bilgime güvenmeyip, ……sahih bir hadis, bir imam, bir âlim var mıdır diye ‘Mektebetü’l-Elfiye’den 400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı, tüm mezheblerin 40’ı aşkın kaynaklarını taradım, böyle bir şey bulamadım.”

Yani, bu kadar kaynağa baktığı halde hiç birinde, “Kur’ana abdestsiz dokunulamaz” hükmünü bulamamış.
Çok-çok özür dilerim, külliyen yalan desem ağır olacak. Şöyle diyeyim: Külliyen gerçek dışı…

Çünkü bu mesele en küçük fıkıh kitaplarında bile var. Yani bulamamış olması doğru değil. Çünkü var olan aranınca bulunur. Ya bakmadı veya baktı gördü de bile bile yok diyor. Biz görüyoruz da o niye görmesin.
“Buldum ama yazılanları içim kabul etmiyor” dese tamam. Ama hayır öyle demiyor, “bulamadım, yok” diyor. Yok ne demek? Kendisinin delil olarak sunduğu El-İtkan isimli eserde bile var.

Nitekim, kendisine cevap sadedinde yazdığım bir yazıda, “Bu mesele, delil olarak sunduğun El-İtkan isimli eserin falan sahifesinde var” dediğimde sesi soluğu kesilmişti. Yalansa “Hayır” desin. Diyemez.
Ama benim esas söylemek istediğim bu değil. Ben başka bir noktaya gelmek istiyorum. O da şu:

İslamoğlu, “400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı, tüm mezheblerin 40’ı aşkın kaynaklarını taradım” diyerek, ne kadar çok esere baktığına ve kendisinin ne kadar büyük bir âlim olduğuna dikkat çekmek istiyor. Okuyanlara, “Vay beee! Âlime bak! Tek bir mesele için ne kadar da çok eser taramış” dedirtmek istiyor.

Bunu nereden mi biliyorum? Başka konularda da böyle yapıyor da ondan biliyorum. Meselâ râbıtayı inkâr konusunda da aynı üsluba baş vuruyor.
Gelmek istediğim nokta işte burasıydı. Anlatayım:
Hani tasavvufî eserlerde, “Peygamberimiz (s.a.v.)in Hicret yolculuğunda Hazreti Ebûbekir Efendimiz’e Sevr Mağarası’nda râbıtayı tarif ettiği” anlatılır ya, Sayın İslamoğlu bunu inkâr etmek için yukarıdaki üslubun aynısını bakın nasıl kullanıyor.

BUYURUN BERABER OKUYALIM…

Buyurun, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabında, Sevr mağarasında geçen rabıta ile ilgili anlatılan hadise hakkında yazdıklarını beraber okuyalım:
“Bu hikâyenin aslını aramaya koyuldum. Sadece sahih değil, zayıf hatta uydurma haberler içeren eserlere de göz gezdirdim. 400.000 hadisi barındıran 1000’i aşkın sünnet-hadis kaynağını, 50’yi aşkın tefsiri, mevcut tüm muteber siyer ve tarih kaynaklarını içeren CD’lerde yaptığım tüm taramalara rağmen rastlayamadım.

Tekrar hatırlayalım, Kur’an’a abdestsiz dokunulamayacağını inkâr ederken de buna çok benzer şekilde şöyle diyordu:
“400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı, tüm mezheblerin 40’ı aşkın kaynaklarını taradım”

Anladık… Bu zat her meselede birçok kaynağa bakıyor da(!) “400.000 hadisi taradım” sözü kendisinde saplantı olmuş galiba.
Üslüba dikkat! Demek ki bu onda bir taktik…
“Kur’ana abdestsiz dokunulamaz” meselesinde de o kadar çok kaynağı taradığını söylüyordu. Rabıta meselesinde de bu kadar kaynağı gözden geçirmişmiş(!) ama rastlayamamış. Biz, onun taradığı kitaplara bakınca onun göremediğini görüyoruz, ama ne hikmetse o baktığı zaman kitaplardakı mevcut satırlar yok oluveriyor ve o göremiyor…

Dikkat ederseniz, “Sadece sahih değil, zayıf hatta uydurma haberler içeren eserlere de göz gezdirdim ama rastlayamadım.” diyor.
Peki, rabıta meselesinin daha baştan uydurma olduğunu söyleyen bu kimse, hiçbir değeri olmayan uydurma haberler içeren eserlere niye bakmış ki! Peşin fikirle, “Bu mesele uydurma olanlar içinde bile yok” diyebilmek için mi?
İşte bu tavrı bile sayın yazarın rabıta konusundaki samimiyetinin(!) derecesini açıkça ortaya koyması bakımından enteresan.
Yazar, uydurma haberlere baktım dediğini biraz sonra unutup bu sefer de şöyle söylüyor:

“Vurguladığımız gibi, bu rivâyet hiçbir muteber kaynakta yer almamaktadır.”
Muteber kaynak dediği de sadece, kendisinin kabul ettiği eserler.
Öyleyse biz de aynen onun üslübuyla, “Bu mesele 50’yi aşkın veya 1000’den fazla eserde veyahut 400.000 kaynakta var” diyelim mi? Desek kabul edecek mi? Ne mümkün…
Kabul edecek olsaydı, kitaplardaki “Kur’an’a abdestsiz dokunulamaz” meselesini kabul ederdi.
Yazarcağızın bir yanlışı da, “Rabıtanın tasavvufa Halid-i Bağdâdî Hazretleri ile girdiğini zannetmesi.”
Yanlış anlaşılmasın, Hazret kelimesini ben ilave ediyorum. O sadece Halid Bağdâdî yazmış; “Hazret” demiyor. Hem niye desin ki! Peygamberimiz’e “Hazret” demeyen adam Halid-i Bağdâdî’ye der mi!
Yazarın, rabıtanın temelinin Sevr Mağarası olmadığını iddia etmekte temerrüdü olduğunu biliyorsunuz.

Ama ayıp diye bir şey var. Madem bu meseleyi ele alıyor, insan rabıta hakkında biraz bilgi edinmez mi? Rabıtanın tasavvufa Halid-i Bağdâdî Hazretleriyle girdiğini söyleyecek kadar da bilgi yoksunu olunmaz ki ama!
Halid-i Bağdâdî Hazretleri hicrî 1192-1242 senelerinde yaşamış. Oysa rabıta asırlar öncesinden beri var.

Yakından uzak tarihlere doğru gidelim:
Rabıta, İkinci Binin Yenileyicisi İmam-ı Rabbânî Hazretleri zamanında da vardı.
Rabıta 9. asrın sonlarında yaşayan Ubeydullah Ahrar (k.s.) zamanında da vardı.
Rabıta 9. asırda yaşayan Yakub Çerhî (k.s.) zamanında da vardı.
Rabıta 8. asırda yaşayan Şâh-ı Nakşibend (k.s.) Hazretleri zamanında da vardı.
Rabıta Hicrî 7. asrın başlarında vefat eden Necmeddin-i Kübrâ (k.s.) ve Şehabeddin Sühreverdî (k.s.) zamanında da vardı.

Yani rabıta, -o ne kadar inkar ederse etsin- Sevr’den beri VARDIR…
Değerli okuyucu!

İslamoğlu’nun, “Kur’an’a abdestsiz dokunulamaz” hükmünü bir tarafa atıp bu hükme uymadığını biliyorsunuz. Aynı İslamoğlu’nun, şu sözüne ne dersiniz:
“İslam toplumu için fıkıhsızlık sadece hukuksuzluk değil, aynı zamanda hayatsızlıktır.” (Sa:199)

Allah’dan, “hayatsızlık” kelimesinde bir yanlışlık yapıp ta “hayasızlık” yazmamışlar. Yoksa bir “t” harfinin eksikliğiyle utanma hissinden de uzaklaşılmış olunurdu.


Ali Eren / Haberkita.com

17.04.2013   http://haberkita.com/haberdetay.asp?Newsid=43985

Kitap mı, yanlışlar resm-i geçidi mi?


Kitap mı, yanlışlar resm-i geçidi mi?
Müteveffâ Muhammed Esed, tefsirî-meal görünümündeki Kur’an Mesajı isimli eserinde, “İslam kendisinden başkasını dışlamayan bir dindir” diyerek, güya İslamı över görünüp Hıristiyanlık ve Yahudiliğin de günümüzde geçerli bir din olduğunu Müslümanların zihnine yerleştirmek istiyor.

Başka bir müteveffa Ali Şeriatî ise, önceki sahifelerde okuduğunuz gibi, Peygamberimiz’e bir defa bile “Hazret” demeden bitirdiği “Muhammed Kimdir” isimli eserinde, Kâinatın Efendisi Sevgili Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve selleme hakaretler ediyor.

Mustafa İslamoğlu ise bu her iki müteveffayı tasvip ve takdir ediyor. Dahası, onları Müslümanlara örnek şahsiyetler olarak sunuyor. Onları tenkit edenlerin aleyhinde de günlerce süren makaleler yazıyor.

Önceki sahifelerde, Esed ve Şeriatî’nin eserlerinden misaller vererek bu iki şahsı tanıtmaya çalışmıştık. Şimdi sıra onların müdafaacısı olan Mustafa İslamoğlu’nun eserlerini tanıtmaya geldi.

İslamoğlu’nu iyi tanıyabilmek için eserlerine bakmamız lâzım. Çünkü, kişinin eseri kendisinin aynısı ve aynasıdır.

“Muhammed Kimdir” isimli kitabın yazarı gibi, Mustafa İslamoğlu da Peygamberimiz’den güya bahsettiği eserine, “Hazret”siz bir isim vermiş: ÜÇ MUHAMMED…

Değerli okuyucu!

Onların kullandığı ifadeyi kullanmak zaten mümkün değil de yazarken bile insanın içi daralıyor. Onların, sevgili Peygamberimiz’den bahsederken, yalın bir şekilde ve hürmetsizce nasıl sadece “Muhammed” diyebildiklerini insanın aklı almıyor…

İslamoğlu’nun kitabının tam ismi şöyle: ÜÇ MUHAMMED. iki tasavvur bir gerçek.

Yazarın, kitabında anlattığına göre, iki tasavvur, bu ümmetin Peygamberimiz hakkındaki yanlış iki tasavvuru imiş. Birinci grup Peygamberimiz’i aşırı yüceltenler, ikinci grup ise Peygamberimiz’e gereken değeri vermeyenler imiş.
Ne münasebet! Bu her iki suçtan da bu ümmet uzaktır.

BU ÜMMET BÖYLE BİR İNANÇTAN UZAKTIR…

Bu ümmetin içinde ne Peygamberimiz’i aşırı yüceltip Hıristiyanlar gibi ilah mertebesine çıkaranlar var, ne de ona gereken değeri vermeyip aşağı görenler. Bahsettiği iki tasavvur, İslamoğlu’nun ümmet-i Muhammed hakkında kendi zihninde taşıdığı yanlış iki tasavvurdur. Yoksa bu ümmetin kalbinde Peygamberimiz ile ilgili böyle bir yanlışlık asla mevcut değil.

İnsanlar için en yüksek makam peygamberlik, peygamberlik makamından sonrası ise ilahlıktır. İslamoğlu, Resûlüllah Efendimiz’i peygamberlik makamından daha üstün tutan bir müslümana mı rastlamıştır? Veya Peygamberimiz’i peygamberlik makamından daha aşağıda gören birilerine mi rastlamıştır ki böyle söylüyor?

Nerede böyle birilerine rastlamışsa buyursun söylesin. Dünya üzerinde böyle kimseler olmadığı halde, kendi zihnindeki iki tasavvuru var gibi gösterip ümmet-i Muhammed’e yamamak ne ile izah edilir?

Kendisi zaten bunun sadece tasavvur olduğunu söylüyor. Adı üzerinde, gerçek değil, tasavvur…

Gerçek olan ise onun da söylediği gibi tabii ki Kur’an’ın anlattığı Peygamber, yani “Kur’an’ın peygamberi.”

Peki, Müslümanlar içinde Kur’an’ın anlattığı Peygambere itiraz eden mi var!
Kur’an’ın anlattığı Peygambere esas itiraz eden, sakın İslamoğlu’nun kendisi olmasın.

Öyle olup olmadığını anlamak için meseleye şimdilik bir cümleyle temas edip aşağıda daha geniş temas edeceğiz zaten.
Meşhur âlim Kadı İyaz Hazretleri, Eş-Şifa bi ta’rîf-i Hukuki’l-Mustafâ isimli eserinde, Hazreti Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de Peygamberimiz’i nasıl övdüğünü anlatıyor, İslamoğlu ise bundan dolayı Kadı İyaz Hazretleri’yle dalga geçiyor.
Söyleyin bakalım, bu durumda Kur’an’ın tarif ettiği peygamberlik makamına itiraz eden kim?

Aşağıda geniş olarak bu hususa da temas edeceğiz.

BU NE BENZERLİK BÖYLE…

Önce bir noktada, Yaşar Nuri Öztürk ile Mustafa İslamoğlu arasındaki benzerliğe dikkatinizi çekmek isterim:

Yaşar Nuri, Kur’an’daki İslam kitabında, Müslümanları gerçek İslamdan sapmış göstererek doğru İslamın kendi kitabında anlatılan İslam olduğunu söylüyor.

İslamoğlu da ÜÇ MUHAMMED kitabında, Müslümanları gerçek Peygamber anlayışından sapmış göstererek, doğru peygamber anlayışının kendi kitabında anlatılan peygamber anlayışı olduğunu söylüyor…

Müthiş bir benzerlik…

Peygamberimiz (s.a.v.) ise, “Ümmetimi suçlamak için boşuna yorulmayın” dercesine, onlara en güzel cevabı şu hadis-i şerifiyle veriyor:
“Benim ümmetim sapıklık üzerinde cem olmaz / toplanmaz.”

Yani ümmet-i Muhammed ne Yaşar Nuri’nin iddia ettiği gibi gerçek islamdan sapmıştır ne de İslamoğlu’nun iddia ettiği gibi gerçek peygamber anlayışından.

Ama çare yok herkes vazifesini yapacak. Öyleyse varsın onlar bu ümmeti suçlamaya devam etsinler.

Fakat, bu millet nasıl Yaşar Nuri’yi anladıysa, -kaçış yok- gün gelip İslamoğlu’nu da anlayacaktır.

İslamoğlu’nun kitabının tam isminin şöyle olduğunu söylemiştik: ÜÇ MUHAMMED. iki tasavvur bir gerçek.

İslamoğlu’na göre iki tasavvur, iki yanlış peygamber anlayışı imiş. Tabii ki doğrusu da onun anlattığı…

Oysa, yukarıda söylediğimiz gibi bu ümmet içinde ne peygamberimizi küçümseyen ne de onu peygamberlik makamından daha yükseğe çıkaran var. Şimdi olmadığı gibi tarihte de hiç olmadı.

İslamoğlu’nun, Müslümanları suçladığı tasavvur, hayâlî bir tasavvurdur, gerçekle alâkası yoktur.

ÜÇ MUHAMMED dedikten sonra iki tasavvur bir gerçek dediğine göre, bir gerçek ile iki tasavvur bu üçün içinde oluyor. Peki, yazar inandığı peygamberi yalın olarak nasıl oluyor da sadece MUHAMMED diye anabiliyor?
Yazarın iddia ettiği; hassas, samimi, gerçek, doğru, dürüst, sahih, sağlam Müslümanlık acaba bu mu?!!...

PEYGAMBERİMİZ’İN İSMİ BAŞAŞAĞI…

Kitabın kapağında üç tane “Muhammed” ismi konulmuş. Biri düz, ikisinden biri yamuk, biri de baş aşağı ters…

Şimdi yazara soralım:
Müslümanlarda olmayan bir vasfı onların aleyhine tasavvur ettiğiniz yanlış imajla bu ümmeti suçlamanız bir tarafa, Peygamberimiz’in isminden ne istediniz!!!

Kitabınızın kapağında Sevgili Peygamberimiz’in ismi niçin baş aşağı?
Bu soruyu seneler öncesinden sorup duruyoruz. Ama cevap yok. Zaten olamaz ki, ne diyecek!…

Yazar, “Önsöz yerine” yazdığı yazıda Müslümanları şöyle suçluyor:
“Müslümanların zihninde oluşan peygamber tasavvurlarını merak edip araştırırsak, birbirine hiç uymayan kaç peygamber tasavvuru çıkardı dersiniz?

Melek peygamber?

Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan, iz bırakmadığı için de izlenmeyen, hayattan yüceltme bahanesiyle dışlanmış, dolayısıyla hayata taşınması mümkün olmayan, bir masal kuşu gibi hep “Kaf Dağı”nı mesken tutan, hayatın içinde ve hayata müdahil olmayan bir peygamber.”

İşte müslümanları toptan böyle suçluyor. Suçluyor da, Allah için söyleyiniz, yeryüzünde Peygamberimiz hakkında onun anlattığı gibi böyle bir düşünceye sahip olan bir tek Müslüman var mıdır?

Olmasa da Kaf Dağı’nın arkasından kendisi düşünüyor, kendisi tasavvur ediyor, kendisi suçluyor..

Onun suçlamış olduğu din kardeşlerimize soralım:

ZİHNÎ DÜŞÜNCELERİ ÇÖZEN ÂLET VAR MI?..

Ey Müslümanlar!

Mustafa İslamoğlu yukarıda gördüğünüz gibi sizi, “Müslümanların zihninde oluşan peygamber tasavvurları” diyerek suçluyor. Siz Peygamberimiz hakkında onun anlattığı gibi bir inanca mı sahipsiniz?

İslamoğlu, “Bazı Müslümanlar” demeden “Müslümanların zihninde oluşan…” derken, kendisini İslam toplumunun neresinde görüyor da böyle söylüyor? Oysa kendisi de aynı toplumun içinde.
Soru iki:

“Müslümanların zihninde oluşan…” diyor.
Böyle demek yerine, “Müslümanların peygamber tasavvurları hakkındaki sözlerine bakacak olursak” dese anlayacağız. Ama öyle bir hırsa kapılmış ki ne söylediğinin farkında olmadan, “Zihinde oluşan düşünceyi araştırmaktan” bahsediyor.

İnsan zihnindeki tasavvurları araştıracak bir âlet henüz icat edilmedi ama o nasıl araştırdıysa araştırmış ve yukarıdaki “Melek peygamber?” diye başlayan tesbiti yapmış.

İkinci bir noktaya dikkat!

Müslümanları suçlarken, “Müslüman gözüken bazıları” demiyor da “Müslümanlar” diye bütün Müslümanları muhatap alıyor. Yani doğrudan doğruya İslam topluluğunun tamamını suçluyor.

Güya Müslümanlar Peygamberimiz’i şöyle kabul ediyorlarmış:
“Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan, iz bırakmadığı için de izlenmeyen, hayattan yüceltme bahanesiyle dışlanmış, dolayısıyla hayata taşınması mümkün olmayan, bir masal kuşu gibi hep “Kaf Dağı”nı mesken tutan, hayatın içinde ve hayata müdahil olmayan bir peygamber.”

Baştan sona iftira…

Yeryüzünde ne zihninde böyle bir peygamber tasavvuru taşıyan Müslüman mevcut ne de böyle bir inanç taşıdığını söyleyen Müslüman.
Sayın İslamoğlu, böyle bir inancı önce tasavvur ediyor, sonra da var kabul ettiği bu hayâlî topluluğu topa tutuyor. Böyle kimselerin var olup olmadığı ise onun için hiç mühim değil…

KENDİ İKİZİNİ SUÇLUYOR…

Ona göre ikinci bir grubun peygamber inancı da şöyle imiş:
“Kur’an’ı bir ara kablosu hüviyetiyle iletip, müminlerin hayatından usulca geri çekilen bir peygamber…

Bu durumda o, artık tarihin malıdır. Misyonu yaşamıyla sınırlıdır. Dolayısıyla bu misyonun taşınması, yaşanması, üretilmesi, ihya edilmesi, örnek alınması söz konusu değildir.”

Elhak bu söylediği doğru. Ama bu gruba girenler Müslümanlar değil, aksine bütün Müslümanları suçlamakta kendisinin ikizi, ortağı ve benzeri olan Yaşar Nuri ve hempâları…

Birinci grubun, peygamberimizi adeta bir “Melek peygamber?” olarak kabul ederek yücelttiklerini söylerken, farkında olmadan cehlini de ortaya koyuyor. Çünkü, peygamberi melek seviyesinde kabul etmek, onu yüceltmek değil, seviyesini düşürmek olur. Çünkü, İslam i’tikadına göre peygamberler meleklerin peygamberlerinden bile üstündür.

İslamoğlu’nun kendisine soralım:

Sizin inancınıza göre melekler peygamberlerden üstün mü ki peygamberleri melek seviyesinde görmek bir yüceltme olsun?..

Sayın Yazar, “Müslümanlar” olarak andığı her iki grubu kâfirler olarak sıfatlandırmaktan da çekinmiyor. İşte şöyle:

“Birinciler peygamberlerine, Hz. İsa’yı yücelteceğim derken yarı ilah haline getiren Hıristiyanların yaklaşımını sergilerken, ikinciler peygamberlerini taşlayarak öldüren, iftira eden, onları kovalayan ve onlara sıradan biri muamelesi yapan Yahudilerin yaklaşımını sergiliyor.”
Hızını alamıyor ve diyor ki: “Birincisini genellikle peygamber düşmanları yapar.”

Şimdi onun dilinde Müslümanlar oldu mu Peygamber düşmanı…
Çünkü Peygamber düşmanlığı yapanlar kimlerdir değerli okuyucular? Elbette kâfirler…

Bu durumda da Müslümanlar, kâfirler topluluğu olmuş oluyor.
Bu kadar da acımasızlık olmaz yani.

Eveeet! Şimdi ne oldu?

Bizzat kendisinin “Müslümanlar” diye anlattığı tasavvur ettiği birinci hayâlî grup Hıristiyanlar gibi kâfir olurken ikinci grup ise Yahudiler gibi kâfir olup çıktı…

Yazarın birinci grup olarak anlattığı gibi inanan bir Müslüman topluluğu, gerçekte mevcut değil, sadece onun fikrinde, muhayyilesinde ve tasavvurunda var. Onun için hayâlîdir.

ŞİFAYI ZEHİR OLARAK TARİF ETMEK…

Ama yazar aksini iddiada israrlı. Hatta Hazreti Resûlüllah’ı olduğundan üstün gösterme suçu ile suçladığı gruba misal olarak, İslam tarihinden iki büyük âlimin ve onların eserlerinin isimlerini veriyor:

Kadı İyaz ve Eş-Şifa bi ta’rîf-i Hukuki’l-Mustafâ isimli eseri ile İmam Süyûtî ve El-Hasâisu’-Kübrâ isimli eseri…

İslamoğlu, işte bu iki değerli âlimi “peygamber düşmanları” olarak suçladığı birinci gruptan sayıyor.

Peki bu zatlar nasıl kimseler ve eserleri nasıl eser?

İki zattan birincisi Kadı İyaz. Hicrî 5. asırda yaşamış meşhur bir hadis âlimi. Sebte ve Gırnata’da (Endülüs) kadılık yaptı. Sahih-i Müslim’e de bir şerh yazdı. En meşhur eseri Eş-Şifa bi ta’rîf-i Hukuki’l-Mustafâ. Bu kitap 4 bölümden meydana geliyor.

1- Peygamberimiz’e hürmet, Hazreti Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de O’nu övmesi, bütün iyilik ve güzellikleri O’nda toplamış olması, mûcizeleri vs…
2- Peygamberimiz’e iman, O’nun emirlerine boyun eğmek ve sevgi göstermek, O’na salevât getirmenin fazileti.
3- Peygamberimiz hakkında câiz olan ve olmayan şeyler.
4- Peygamberimiz’de noksanlık gören ve ona dil uzatanların cezâları.
Yazıldığı günden bu yana İslam âlimleri bu kitabı el üstünde tutmuşlar ve devamlı okumuşlardır. Hâlâ da okunuyor. Birkaç yayınevi tarafından Türkçeye de tercüme ettirildi. Bu tercümeler piyasada var.
Diyanet İşleri Başkanlığı yayınlarından 13 ciltlik Sahih-i Buhârî Tecrid-i Sarih Tercümesi’nin 4. ciltten sonraki ciltlerinin tercümesini yapan Prof. Kâmil Miras bu kitap hakkında diyor ki:

“Siyer ilminin en güzel tasnif olunmuş bir kitabı da hiç şüphesiz Kadı İyaz’ın Eş-Şifa bi ta’rîf-i Hukuki’l-Mustafâ’sıdır.”

Mustafa İslamoğlu, işte böyle bir kitabı kaleme alan zata peygamber düşmanı demiş oluyor. Açıktan demiyor ama demeye getiriyor.
Siz söyleyin değerli okuyucular:

Peygamberimiz’in üstünlüklerini anlatan bu güzel kitabı yazan Kadı İyaz mı peygamber düşmanı yoksa ona peygamber düşmanı diyenler mi?
İslamoğlu’nun peygamber düşmanlığıyla suçladığı ikinci âlim ise İmam Süyûtî ve onun El-Hasâisu’l-Kübrâ isimli eseri.

İmam Süyûtî, Hicrî 9. asırda yaşamış bir âlim. Öyle bir âlim ki, 17 yaşında bütün dersleri bitirip ders okutmak için icâzet aldığı o yaşta ilk eserini yazdı. Yani İmam Süyûtî 17 yaşında, parmak ısıttıracak kadar ilmî bir eser yazan bir âlim. Memlükler Devleti’nin son zamanlarında Kâhire’de yetişen ve Arapça üzerine en fazla eser veren âlimlerden biri belki de birincisi. Eserlerinin sayısı 500-600 civarında.

Onun medreselerde okutulan eserleri, İslam âlimlerinin müracaat kitapları içindedir. Kendisi 200.000 hadisi ezbere biliyordu.

Kur’an, hadis, fıkıh, dil-edebiyat ve tarih üzerine sayısız eserler veren Suyûtî’nin kalem oynatmadığı konu hemen hemen yok gibidir. Şu anda da okunmaya devam edilen meşhur Celâleyn tefsirinin yarısını, esas ismi Celâleddin Süyûtî olan âlimimiz yapmıştır. İkinci yarısı ise ismi Celâleddin olan başka bir âlime ait. Celâleyn, “İki Celal” demek.

Mustafa İslamoğlu, daha önce İmam Süyûtî’yi “Abdestsiz olarak Kur’an’a dokunulabilir” dediğini zannettiği için övüyordu. Bu eserin önceki sahiflerinde buna işaret etmiştik. Şimdi övdüğünü unutmuş da böyle bir âlimi bir de dalga geçerek tenkit ediyor. Hem de ne için? Peygamberimiz’in üstünlüklerini yazdığı için..
Celâleddin Süyûtî’nin eserlerinden birisi de işte Peygamberimiz’in üstünlüklerinden bahseden o El-Hasâisu’l-Kübrâ İsimli eseri.

BİR KUM TANESİNİN, İKİ DAĞI TENKİDİ…

Mustafa İslamoğlu işte böyle iki dev âlime dil uzatıp haddini aşarak onları ağır şekilde tenkit ediyor.

Onun bu iki zatı tenkit etmesinin iki sebebi var:
1- Biliyor ki, bir kimse büyük zatları tenkit ederse, kendisinin de büyük bir âlim olduğu düşünülür.

2- Bu zatların her ikisi de eserlerinde Peygamberimiz’in üstünlüklerini anlatıyor.
İslamoğlu’nun zihnî dengesini bozan acaba hangisi? Yoksa bilhassa bu ikinci husus mu?

Ancak unutulmasın ki, hazretin tenkit ettikleri sadece bu iki zattan ibaret değil. Hâdis âlimleri de, fıkıh âlimleri de, tasavvuf âlimleri de, belki sayıları yüzbinleri bulan âlimler onun tenkidinden nasiplerini alıyorlar.
İşte İslam âlimleriyle dalga geçerek söyledikleri:

“Hadisçilerin hep söz söyleyen, sürekli konuşan peygamber anlayışı.
Fıkıhçıların Hz. Peygamber’in her söz ve davranışına bir hukuk definesi gibi baktıkları kodlamacı ve formel (biçimsel) peygamber anlayışı.
Mistisizmin (tasavvuf) Peygamberi adeta buharlaştırıp bir “enerji bedene” dönüştüren, “Nur-u Muhammedî” felsefesine dayalı irfânî peygamber anlayışı.”
Gördüğünüz gibi İslamoğlu, Peygamberimiz’in mübârek sözlerini bir araya getiren hadis ulemâsını, “Hep söz söyleyen, sürekli konuşan peygamber anlayışı”na inanıyorlar diye tenkit ederek, hadisleri devre dışı bırakmaya çalışıyor.

Oysa Peygamberimiz -hâşâ- dilsiz değildi. Elbette ki konuşacaktı. Mukaddes peygamberlik vazifesi her konuda değil de arada sırada konuşarak mı yerine getirilecekti? Elbette ki her konuda konuşacak müslümanların her meselesini halledecekti..

Fıkıh ulemâsını da, “Hz. Peygamber’in her söz ve davranışına bir hukuk definesi gibi bakmakla” suçluyor…
İnanmayanlar değer vermese de, Peygamberimiz’in her söz ve davranışıyla bizim için elbette bir hukuk definesidir. Bu şuur ve inançta olmayanlar, o mübârek Peygamberin, sadece hukukun değil her güzel şeyin definesi/hazinesi olduğunu anlayamazlar. Bunu anlamak için, ona görünüşte değil gerçekten îman etmiş, edebilmiş olmak şart.

Hadis ve fıkıh ulemâsına dil uzatan bir kimsenin, tasavvufa sıcak bakması da beklenemezdi. Nitekim yazar bu hususta da nasipsizliğini gösteriyor ve tasavvuf büyüklerini, “Peygamberimiz’i “bir “enerji bedene” dönüştüren, “Nur-u Muhammedî” felsefesine dayalı irfânî peygamber anlayışı”na sahip olmakla suçluyor.

Allah aşkına bu suç mudur yoksa bir Müslüman için şeref mi? Tasavvuf erbabı acaba ne yapmalıydı?

Yazar gibi, “Nur-u Muhammedî” anlayışına uzak durup, nursuz-pirsiz mi kalmalıydı? Ve yine yazar gibi, bir tasavvuf erbabı olan muhterem öz babasına, ters mi düşmeliydi?

Değerli okuyucu!

Yazarın yukarıda, “KENDİ İKİZİNİ SUÇLUYOR” başlığı altında bazı kimseleri, “Müminlerin hayatından usulca geri çekilen bir peygamber” inancına sahip olmakla suçladığını okudunuz…
Peki…

Hadis âlimlerini tenkit ederek hadisleri reddetmek,
Fıkıh âlimlerini tenkit ederek İslam fıkhını reddetmek,
Tasavvuf âlimlerini tenkit ederek Peygamberimiz’in bir nur kaynağı olduğunu reddetmek nedir?
“Peygamberimiz’i mü’minlerin hayatından çekmeye çalışmak” değil midir?
Daha açık bir ifadeyle, ap-açık bir Peygamber düşmanlığı değil midir?
Bu tavır Peygamber ve İslam düşmanlığı değilse, düşmanlık başka nasıl olur?
Hadis âlimlerini suçla, fıkıh âlimlerini suçla, tasavvuf âlimlerini suçla. Geriye ne kaldı?

Bu tavır şu demektir:

“Ben müsafir odasını da oturma odasını da, yatak odasını da, mutfağı da sevmem ama evi severim.”
E kardeşim! Senin sevmediklerin ortadan kalkınca, ortada ev diye bir şey kalmıyor ki!

Değerli okuyucu!

Henüz ÜÇ MUHAMMED isimli kitabın ÖNSÖZ’ündeyiz. Daha kitaba başlamadık. İlerideki sahifelerde bir İslam âlimi görünümü sergileyen bu zatın gerçek yüzünü teşhir etmeye devam edeceğiz.

Lütfen okumaya devam ediniz…


Ali Eren / Haberkita.com
12.04.2013 http://haberkita.com/haberdetay.asp?Newsid=42611

Kur'an-ı Kerim'e hürmetsizlikte ısrar


Kur'an-ı Kerim'e hürmetsizlikte ısrar
Eğer Ehl-i sünnete ait tefsir ve fıkıh kitaplarını elinizin tersiyle iter ve bilinen İslâmî değerlere değer vermez de Mustafa İslamoğlu isimli yazarı dinlerseniz, Kur’an’a dokunmak için abdestli olmaya falan lüzum görmezsiniz.

Çünkü bu zatın Müslümanlara empoze etmeye çalıştığı ehl-i sünnete zıt meselelerden biri de, “Kur’an’a dokunmak için abdestli olmanın şart olmadığı”dır.

Faaliyetlerinden görüp bildiğimize göre, görünen o ki, İslamoğlu ehl-i sünnet ulemânın söylediklerini çürütmeye çalışmayı kendisine vazife edinmiş. Onun içindir ki, İslam âlimlerinin kitaplarında “Abdestsiz olarak Kur’an’a dokunmak câiz değildir” denildiği halde, o bunun tersini Müslümanlara kabul ettirmek için uğraşıp duruyor...

Yalnız, kendi düşüncesini kabul ettirebilmek için kurnaz davranmanın şart olduğunun da farkında. Bunu biliyor ve gereğini yapmakta ihmalkâr davranmıyor. Hali, tavrı, niyet ve düşüncesi belli olduğu halde kendisini gizlemek için şöyle demeyi ilham etmiyor:

“Hayır hayır. Kimsenin abdestiyle falan uğraştığımız yok. Kur’an bir yana, ben abdestsiz kitap-gazete okumam. Çünkü yetişme tarzım sayesinde abdest bende bir meleke (alışkanlık) halini aldı. Herkese tavsiyem de budur. Fakat bu başka, farzdır demek başka.” (2/10/2000 Akit)

Gördünüz mü lafı?

Şimdi siz bu sözlerin sahibinin art niyetli olduğunu söyleyebilir misiniz? Tabii ki hayır…
O da işte size zaten bunu söyletmek istiyordu. Siz hayır dediğiniz zaman o gayesine ulaşmış olacak…

İyi ama, İslamoğlu artniyetli değilse niçin böyle bir açıklamaya ihtiyaç duyuyor? Meselâ Ali Eren olarak bendeniz, “Kimsenin abdestiyle falan uğraştığım yok” demeye hiç ihtiyaç duymam. Çünkü Ehl-i sünnete göre Kur’an’ı abdestsiz tutmak ve dokunmak câiz değildir, benim de buna bir itirazım olamaz. Beni bilen, tanıyan hiç bir kimse de beni böyle bir suçla suçlamaz. Suçlanmayacağım için de, “Kimsenin abdestiyle falan uğraştığım yok” diyerek kendimi müdafaaya ihtiyacım hissetmem.

İslamoğlu niçin böyle söylemeye ihtiyaç duyuyor?

Duyuyor, çünkü kendisinin bu husustaki tavrı bellidir; bu hususta sicili vardır ve bu konuda suçlanmaktadır; onun için mecbur kalıyor, “Kimsenin abdestiyle falan uğraştığım yok” demeye.

Onun bu sözü aslında, tam da milletin abdestiyle uğraştığının ve bu konuda suçluluk duyduğunun itirafıdır…

Ama hakkını yememek lâzım, bayağı da kurnaz hani. Şu kurnazlığa bakın. “Hiçbir İslâmî eserde Kur’an’ı tutmak için abdestli olmak icap eder diye bir kayıt yok” diyen İslamoğlu, kendisinin adeta abdestsiz yere basmadığını anlatmayı ihmal etmiyor.

Diyor ki: “Kur’an bir yana, ben abdestsiz kitap-gazete okumam.”
Şimdi siz “Vay be, adamcağız meğer abdest hususunda ne kadar hassasmış ki, abdestsiz kitap-gazete bile okumuyormuş” demez misiniz?
Abdest ve kitap deyince insanın aklına ilk önce dinî kitaplar gelir. İslamoğlu dinî kitapları abdestsiz okumasın, tamam. Peki gazeteyi abdestsiz okumamak ne demek oluyor?

Bu ne tevazu(!) böyle? Abdestsiz gazete bile okumadığını söylemek tevazuda israf değil mi?

Yeryüzünde böyle kaç tane zâhit kul bulunur dostlar? Adamcağız sanki kibrît-i ahmer..

Neredeyse “Ben abdestsiz yere basmam” diyecek. Öyle deseydi kim hayır diyebilirdi ki?
Şimdi siz, “Böyle bir zat hiç müslümanların abdestiyle uğraşır mı!” demez misiniz?
Yukarıda söylediğim gibi, o da işte tam da bunu dedirtmek için uğraşıyor ya…
Sizi o düşünceye getirdiği zaman gayesine ulaştı demektir…

“Abdestsiz olarak Kur’an’a dokunmamak da nereden çıktı?” diyen İslamoğlu’nun, “Kur’an bir yana, ben abdestsiz kitap-gazete okumam” demesi ne kadar da inandırıcı değil mi?

SEBEBİ NEYMİŞ?..

Niçin kitap ve gazeteyi bile abdestsiz okumadığının cevabını şöyle açıklıyor:
“Çünkü yetişme tarzım sayesinde abdest bende bir meleke (alışkanlık) halini aldı. Herkese tavsiyem de budur.”

Sayın İslamoğlu kusura bakmasın ama, diğer sözleri gibi bu söylediği de doğru değil. Eğer bu sözünde küçük bir değişiklik yapıp, “Yetişme tarzım sayesinde abdest bende bir meleke (alışkanlık) halini aldı” yerine “Meleke halini almıştı” deseydi o zaman doğru konuşmuş olurdu. Çünkü bizzat babasının anlatmasıyla biliyoruz ki eskiden böyle bir alışkanlığı var idiyse de artık yok.
Böyle bir alışkanlığının olmaması bir yana, “Kur’an’a abdestsiz dokunmanın câiz olmadığını” kabul bile etmiyor. Bir de kalkmış, “Ben abdestsiz kitap-gazete okumam” diyor. Deyedursun, biz de sanki inandık…

“Ben abdestsiz kitap-gazete okumam” diyen bir şahsın sözünde samimi olduğunu kabul etmemiz için, o kimsenin “Kur’anı’ı tutmak için abdestli olmak şartı da nereden çıktı” dememesi lâzım değil midir? Ama diyor ve Bay İslamoğlu bu itirazını gücünü yettiği kadar ve her vesileyle dile getiriyor.

TENÂKUZ/ÇELİŞKİ…

Şu tenakuza, şu çelişkiye, şu tutarsızlığa ve şu gülünçlüğe bakın siz!
Bir taraftan, mecbur bile olmadığın halde abdestsiz olarak kitap ve gazete bile okumadığını söyleyeceksin, diğer taraftan “Kur’an’a dokunmak ve tutmak için abdestli olmak şart değildir” diyeceksin…

İnanan buyursun inansın, bu sözü ciddi bulan da buyursun ciddi kabul etsin.
İslamoğlu, madem yetişme tarzından dolayı kitap ve gazeteyi bile abdestsiz okumadığını söylüyor, öyleyse biz de sözü uzatmadan onun yetişme tarzının nasıl olduğuna gelelim.

Mustafa Bey’in babasını biliyoruz. Âlim bir insan. Oğlunu da iyi yetiştirmiş. Ancak ne var ki, oğul babasıyla da babasının değerleriyle de babasının kendisine aktardığı değerlerle de ters düşmüş. Seneler önce babasıyla küsüşmüş. Ondan sonra da o muhterem babadan aldığı tesirler artık kendisinde kalmamış. Babasını kıran, darıltan bu kişi şimdi kalkmış Müslümanların yol göstericiliğine soyunuyor…

2000 senesinde babasıyla yaptığım bir telefon görüşmesinde, babası bendenize oğlu hakkında göz yaşlarıyla şöyle söylemişti:
“Hocam, ben onu zikir meclislerinde büyüttüm. Zikreder, hem ağlar hem ağlatırdı. Bunu askerde bozdular. Askerde bozuldu bu.”

Değerli okuyucu!

Bir zamanlar Mustafa İslamoğlu ile bendeniz ikimiz de AKİT Gazetesi’nde yazıyorduk. 2000 senesi Eylül ayında Mustafa İslamoğlu “Kur’an’ı tutmak ve dokunmak için abdestli olmak şartı da nereden çıktı?” diye bir yazı yazdı. Kendisine itiraz sadedinde cevâbî bir yazı yazdım.

Mustafa Bey büyük âlim ya, yazım çok ağırına gitmiş. Yazımın gazetede yayınlandığı günün sabahı hemen telefon etti; konuştuk. Galiba karşısında “Özür dilerim efendim” diyecek birini bekliyor olmalı ki ilk önce üst perdeden konuşmaya başladı. Umduğunu bulamayınca da konuşmanın dozajını indirip 6-7 dakika sonra konuşmayı bitirip telefonu kapattı.

Telefonu kapattı ama yazı kavgasını kapatamadı. Ali Eren kim oluyordu da kendisine cevap verme cür’etinde bulunuyordu. Bu kabul edilebilir miydi?

HIRSLA KALKAN…

Hemen, her zaman yazdığı yazının bir buçuk misli uzun bir yazı döşenmiş. Cevap vermeye yeltenmiş ama “Hırsla kalkan zararla oturur” kabilinden becerememiş.

Beceremez, çünkü ilmî hiçbir tutanağı yok. Meseleyi başka mecrâlara çekmekten başka çaresi olmadığı için mecbûren öyle yapmış. Ama dediğim gibi onu da becerememiş.

Yazdığına bakın, şu perişanlığına bakın hele:
“Ben Allah buyurdu, Resûlü buyurdu diyorum; siz de bana karşı kalkmış falanca buyurdu, feşmekanca buyurdu diyorsunuz.”
Görüyor musunuz İslamoğlu’ndaki demagojiyi? Aklınca okuyucuları kandıracak.

O, “Allah şöyle buyurdu, Resûlü şöyle buyurdu” diyerek âyet ve hadislere kendi isteğine göre mânâ verecek, siz ona karşı meselâ “İmam Gazâlî senin söylediğinin tersine bu hususta şöyle diyor” deyince siz hâşâ İmam Gazâlî’nin sözünü ileri sürüp Allah ve Resûlüne itiraz etmiş olacaksınız.

Halbuki Akit Gazetesi’nde bana cevap verirken, kendisi de başkalarını tenkit ettiği usulle cevap vermeye kalkışmıştı. Cevap vermişti demiyorum, cevap vermeye kalkışmıştı.

Yani “Kur’an’a abdestsiz dokunulup dokunulamayacağı hakkında Allah şöyle buyuruyor, resûlü şöyle buyuruyor” dememişti.

Kendisini tenkit edenleri “bana karşı kalkmış falanca buyurdu, feşmekanca buyurdu diyorsunuz” diye suçluyordu. Oysa aramızdaki “Kur’an’a abdestsiz dokunulup dokunulamayacağı” meselesinde kendisi de bana karşı İmam Süyûtî’nin El-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân isimli eserini delil getirerek Peygamberimiz’in abdestsiz olarak Kur’an okuduğunu söylüyordu.
Kaldı ki, İmam Süyûtî de onun söylediğinin tersini söylüyordu, o da ayrı mesele ya.

Biz o zaman kendisine, onun dediği gibi yapmamış, “Ben Resûlüllah böyle buyuruyor diyorum, sen de falanca şöyle buyurdu feşmekanca böyle buyurdu diyorsun” dememiştik.

Gerçi o zaman bize ihtiyaç kalmadan, kendi okuyucuları, meselenin “Okumak değil dokunmak olduğunu” yazmışlardı. Güya buna köşesinde cevap verecekti, onu da veremeyip ibretlik bir şekilde mahcup olmuştu.

ÂLİM BABANIN ÜZÜNTÜSÜ…

İslamoğlu’yla karşılıklı yazışmamızdan haberdar olan değerli babası Ahmet İslamoğlu Hocamız, o zaman bendenize el yazısıyla yazdığı bir mektup gönderdi. Orijinalini aşağıda göreceğiniz mektubunda şöyle diyordu:
“Muhterem Ali Eren Beyefendiye!..
Selamlar, sevgiler, duâlar, hürmetler…
Allah hidâyet ve salah veresice oğlum Mustafa İslamoğlu’na, köşenizde verdiğiniz Kur’an-ı Kerim’e el sürme mevzûunda âlimâne, ârifâne, vâkıfâne cevabınızdan dolayı sizi cân u gönülden tebrik eder ve hâlisâne şükranlarımı arz ederim.
Hürmet ve duâlarımla…

Âciz Ahmet İslamoğlu, mutekait (emekli) İmam-Hatip ve fahrî vâiz.
Develi/Kayseri, 2/10/2000

NOT: Muhterem Hocam!.. Mustafa’nın dâl ve mudilliği (hem sapkınlığı hem başkalarını saptırıcılığı) baba olarak bizi çok huzursuz etmektedir. Salâhına duâ etmekteyiz. İcap ederse bu kısa tebrik ve teşekkürrnâmemi köşenizde dipnot olarak neşredersiniz…

Milyonları ifsat ve idlal etmesin (bozup saptırmasın).
Cevabınız, fakiri pek memnun ve mesrur etti. Hak razı olsun…
Ahmet İslamoğlu, Fenese Yukarı Mahalle, No. 29, Develi/Kayseri”

Mustafa İslamoğlu'nun babasının bendenize gönderdiği mektup

Kayseri ve Develi civarında tanınan ve herkes tarafından sevilip sayılan âlim bir babanın, kendi oğlu hakkında yazdıkları işte böyle. İsterseniz buyurun ibret için bir defa daha okuyun…

Ne yazık ki, muhterem babanın üzüntüsü 2000 yılından sonra daha da artmış olmalı. Çünkü oğlu Mustafa İslamoğlu işi daha da ileri götürdü…
Bir hanım doktor anlatıyor. Oğlumu, dinini daha iyi öğrensin diye onun vakfına gönderdim diyor. Oğluma, “Kader diye bir şey yok” demişler. Halbuki kadere îman, îmanın şartlarından biri.

Doktor Hanım, “Bunu öğrendikten sonra oğlumu bir daha oraya göndermedim” diyor.

İslamoğlu, abdestte ayağın yıkanmayıp meshedilebileceğini de söylüyor. Daha başka meseleler de var.

Bir insanın ayağı kaymaya başladı mı artık durması kolay kolay mümkün olmadığı gibi, bir insanın kalbi de bâtıl tarafına kayınca onun da nerede duracağı belli olmuyor. Bu işin sınırı olmuyor…
Böyle bir durumda âlim bir baba üzülmez de ne yapar...


Ali Eren / Haberkita.com
09.04.2013  http://haberkita.com/haberdetay.asp?Newsid=41843